Sensizliğin bir ayı doldu bugün. Sesini duymadan, seni görmeden geçen koskoca otuz gün. Her gece ellerimi, ranzamın başucundaki duvara kazıdığım isminin üzerinde gezdiriyor, fısıldıyorum kör karanlığa. Koynumda, gazetenin üçüncü sayfasında çıkan, piknikte çektirdiğin resminin yarısı. Fotoğrafın diğer yarısı, dövüştüğüm kontak kadının midesinde. Beni kızdırmak için yırtıp yutmuştu dün gece.

Koğuşta kadınların biri resim yapıyor, biri ip atlıyor, biri tespih çekiyor, bazıları da dedikodu yapıyor. Ben her zamanki gibi yataktan çıkmıyorum. Dün gece yine rüyama girdin. Çok katlı bir apartmanın çatısında yürüyorum. Arkamdan gelip beni tutmak istiyorsun, ellerinden kurtulup uca doğru koşuyorum. Üzerimde uçuşan bir elbise. Sen diz çöküp ağlıyorsun. Bir daha yapmayacağım, seni hiç üzmeyeceğim diyorsun. Ben sana inanmıyorum, kollarımı kanat gibi iki yana açıp kendimi boşluğa bırakıveriyorum. O anda uyandım. Sayım için kaldırdılar. Öyle özür dileğini bir kere görebilseydim…

Ailem, arkadaşlarım vazgeçtiler benden, ben de özgürlüğümden.  Sana olan aşkımı, tercih ettim özgürlüğe. Ayşe Abla bunun aşk olmadığını söylese de tutkumun tutsağı olduğumu anlayamıyor bir türlü. Sadece seni beklemek, özlemek, geldiğinde sana hizmet etmek, senin kadının olmak. Benim için yeterliydi bunlar. Neden anlamıyorlar ki?

Yarın duruşmam var. En çok neyi özledim biliyor musun? Denizin kokusunu. Beni bir kere götürmüştün ya deniz kıyısına. Oturup çay içmiştik, dışarıda, birlikte, ilk kez. Sana bakmaktan içememiştim çayı. Buz gibi olmuştu da kızmıştın bana. Gözlerini öyle dikme gözlerime diye. Her şeyi senin istediğin gibi yapmaya çalışıyordum oysa. Evimi senin istediğin gibi tertemiz tutuyor, bir toz tanesine bile izin vermiyordum. Dışarı adımımı atmıyor, kimseyle konuşmuyordum. Annem birkaç kez kapıma gelmişti, babamdan gizli. Kapıyı açamayacağımı biliyordu, buna rağmen kapının dibinden ayrılmamıştı. ‘‘İyi olduğunu bileyim bana yeter kızım, konuş benimle bir kez, ne olur!’’ diye yalvar yakar olmuştu da yine de konuşmamıştım onunla, kızarsın diye.  

Işıkları kapatıyorlar. Yatmak zorundayım şimdi.

Mahkeme… Kanlı gömlek… Bıçak… Bana küfürler savuran karın, ağlaşan çocukların… Köşede gizli gizli gözyaşı döken annem… Ahlar, oflar, intikam yeminleri, çığlıklar… Hâkimin otoriter sesi…  Daktilo tıkırtısı… Avukatımın konuşurken durmadan beni gösteren parmağı…  Kirlenmiş camlara vuran güneş… 

Bugün kendimi çok iyi hissediyorum. Yazdan kalma bir gün var dışarıda. Kokusunu duyuyorum. Biliyor musun, ben her şeyi kokusuyla ayırt edebilirim. Gizli bir özelliğim bu, hiç öğrenemedin. Zaten kendimi bile daha yeni tanıyormuşum gibi geliyor bana. Üzerimde senin için ördüğüm rengârenk kazak. Sana söylemiş miydim, kadınların kalan yünlerinden yaptığımı? Kolları upuzun, ellerim görünmüyor, olsun. Bunu giyince sanki senin kokun burnuma geliyor. Gizli gizli kokluyorum onu. Hiç giymesen de sana ait olduğunu düşünmem bile yetiyor. Aklıma ne geldi? Hani bana evde giymem için bir bluz almıştın, kırmızı, yakası biraz açık. Ne kadar utanmıştım. Kendimi çıplak hissetmiştim. Sen karşıma geçip beni seyretmiştin. Bluzu çıkarmamı istediğinde odaya kaçıvermiştim de peşimden gelip senden başkasına görünmemem için yeminler ettirmiştin. Sana aittim evet, her şeyimle, tüm varlığımla. Senin için doğmuştum. Sensizliğe dayanamayacağımı söylediğimde nasıl gülmüştün? ‘‘Kız, sen beni yaşatmazsın valla’’ demiştin. 

Bayram… Cezaevi idaresi şeker yollamış, öğleyin de etle, irmik tatlısı. Koğuştaki tüm kadınlar ellerindeki en güzel elbiselerini giydiler. Ayşe Abla bana kendi elbiselerinden birini verdi. Neşe bulaşıcı hastalık gibi yayılıyor. Bayram sevinci böyle olurmuş demek. Ben bile günlerdir, belki aylardır ilk kez gülüyorum. Hatta dışarı avluya çıktım, şaşırdı herkes. Gökyüzü bu kadar mavi miymiş? Unutmuşum. Ayşe Abla koluma girip volta attırdı. Esen rüzgâr eteğimi dalgalandırıyor, saçlarım izin almaksızın uçuşuyor rüzgârda. Saçlarımı çok severdin değil mi? Onları koklardın. Kızdığında yine yapışırdın saçlarıma. Onlar dayanırdı sana, bense hemen teslim olurdum. Ayşe Abla ayırdı düşüncelerimden beni. O küçücük dar alanda kol kola koşuyor, çocuklar gibi gülüyoruz. Gardiyanlar bile tebessüm ediyor. Kimse pişmanlıktan, ölmekten, öldürmekten, yalnızlıktan söz etmiyor. Dışarıdan, yağmurdan sonraki toprağın mis gibi kokusu geliyor. 

Avukatımla görüştürdüler beni. Yemin ederim, hiç ağzımı açmadım, yüzüne bile bakmadım. Kafamı önüme eğdim, sesim çıkmadı. Avukat sürekli bir şeyler söylüyor. Yirmi yıl ceza alacağımdan söz ediyor. Hafifletici sebepler varmış. Senin bana yaptıkların, evden dışarı çıkarmaman, beni cezalandırmaların, (o buna işkence diyor). Kendimi haklı çıkarmaya çalışmayacağım. Hiçbir şeyin hafifletmesini istemiyorum. Ben üzerimde bir ağırlıkla yaşıyorum zaten. Rahat bıraksınlar beni. Hatta unutsunlar, kenarda kalmış bir bitki gibi. Duyguları körelmiş bir kadınım ben, utanç, nefret, öfke, pişmanlık, heyecan, umut, özlem sadece birer kelime, içleri bomboş. 

Yarın mahkemem var. Dün gece rüyamda gördüm seni yine. Ördüğüm kazağın kollarıyla boğazımı sıkıyor, bir yandan da gülüyordun. Ben, dizlerine sarılmış, gözlerimi gözlerine dikmiş, bakıyordum. Sonra annem geldi. Seni kurtarmaya geldim kızım dedi. ‘‘Sen ölüsün’’ deyince ‘‘senin için dirildim’’ deyip seni kenara itiverdi. Beni kollarımdan tutup kaldırdı. Özlemle sarıldım ona. Uyandığımda kimse yoktu yanımda, kollarım kendimi sarmış.

Annem sıcaklığını, babamsa şefkatini esirgedi benden. Şimdi onlara öyle ihtiyacım var ki. Babam asla affetmez biliyorum. ‘‘Bu evden çıkarsan bil ki bir daha geri dönemezsin’’ demişti. ‘‘Benim kızım değilsin artık. Annen de ben de sileceğiz seni defterden.’’ Hep söylediğini yapan babam… Kaç yıl oldu onu görmeyeli. İki mi, üç mü? Şimdi gelse sarılsa bana, affetse beni. ‘‘Üzülme kızım, yalnız değilsin’’ dese. Onun için kara bir lekeyim ben. Silinemez, taşıması zor, utanç verici.

İnanamadım. Bugün görüşe annem geldi. Adımı seslendiklerinde öyle şaşırdım, öyle mutlu oldum ki… Annem çok çökmüş. “Beni affet, kızım, sana sahip çıkamadım, koruyamadım seni. O zalim adamın elinden çekip alamadım zamanında.” “Zalim değildi anne, hata varsa hepsi benim” dedim. Nasıl da şaşkın ve inanmaz gözlerle baktı bana. “Ah kızım! Kınalı kuzum, dedilerdi de inanamamıştım. O güzel başından uçuvermiş aklı, yüreğim, canımın parçası” böyle dövünmeye başladı karşımda. Her şey birbirine karıştı. Sana kaçtığımda on sekizime yeni girmiştim, kimse engel olamamıştı bana. Evli olman, üç çocuğunun olması umurumda bile değildi. Annem gözyaşlarını biriktirmiş gibi durmadan ağlıyor karşımda. Ona ağlama demek istiyorum, babamı, kardeşlerimi sormak istiyorum ama kelimeler boğazımda düğümleniveriyor. Görüş bittiğinde bayılan annemi zor götürdüler içeriye. 

Avukatım bugün yine geldi. Artık son mahkemeye çıkacakmışım. Karar verilecekmiş. O geceyi tekrar anlatmamı istedi. O gece, o gece sadece kulağımda kopuk kopuk sözlerin var. Yüzün, gözümün önüne gelmiyor bir türlü. ‘‘Artık bitti… Ne yaparsan yap… Ailemle gidiyorum yurtdışına… Kaçıramam bu fırsatı… Bana ne, koca kadın oldun… Bulursun yolunu…Yeter be!.. Zırlama… Düş yakamdan…’’ Dizlerine sarıldığımı, yalvarıp yakardığımı her şeyi yapabileceğimi söylediğimde duyduğum o son söz “Seni hiç sevmedim ki ben, sen benim eğlencemdin sadece.” Neden söyledin ki bunları? Seni kızdırmış mıydım, üzmüş müydüm yoksa? Yine sırtını görüyorum, bu kez beyaz gömleğindeki kırmızı kanı, kan kokusu gitmiyor bir türlü burnumdan, bir iki üç, dört… Avukatim on dokuz dedi. Yaşım kadar bıçak darbesi ne birinciyi ne de sonuncuyu hatırlıyorum.  Sadece sırtın, akan kan, o hiç gitmeyen kan kokusu… 

Bugün sana atkı örmeye başladım. Tam yirmi yıl. Cezam tam yirmi yıl. Otuz dokuz yaşımda çıkacağım buradan. Ne fark eder ki? Ben, sensizliğe katlandıktan sonra her şeye katlanırım. Annemden kırmızı yün istemiştim, getirmiş. İki ters bir düz, iki ters bir düz kendi yaşantıma atamadığım ilmekleri atıyorum şimdi.