“Güvensizliği tek başına inşa etmez insan, tanıdığı herkes biraz yardım eder.’’ 

                                                                                                      Dostoyevski

Gece nöbeti sorunsuz bitti eve gidiyorum derken karakolun yakınındaki tren istasyonunda bir kadının kendini trenin altına attığı haberi tadımı kaçırmıştı. Kapıdan çıkınca sabah ayazı buz gibi yüzüme çarptı. Uykusuzluktan şişen ve bir çizgi gibi görünen gözlerimi ovuşturuyorum.  Derin bir nefes alıp bu nefesle kendime gelmeye çalışıyorum. Bir an önce olay yerine intikal etmek, gerekli incelemeleri yaptıktan sonra duran tren seferlerini başlatmak gerekiyor. İşe gitmek isteyen insanlar yarım saate kalmaz bütün istasyonları doldurup homurdanmaya başlar. İnşallah doktorla, savcı gecikmez de işi erkenden sonuçlandırıp sıcak evime, yatağıma bir an önce giderim. İntihar vakaları beni daha da çok üzer, genelde sesini duyuramayan çaresiz insanların çözümü gibi gelir bana intihar. O naif insanlar hayatı kendilerine zehir eden kimselere bile en ufak bir zarar vermeden kendi canlarından vazgeçerler ya o yüzden. 

Kim bilir ne derdi vardı garibanın. 

Beş dakikalık yürüyüşten sonra olay yerindeydik, raylara atladım arkadaşımla birlikte. Kahverengi saçları yüzünü kapatmış, bordo rengi kazağının altına şal desenli elbise giymiş kadının bacaklarının arasında oluşan kan gölü sarı zeminli elbisesinin bir bölümünü yere yapıştırıp kırmızıya çevirmişti. Kanın ulaşamadığı geniş etekli elbisenin kenarları rüzgâr estikçe içine giren havayla kabarıyordu. İki rayın arasında kalan bedeninin üst bölümünde; başında, kollarında çarpmadan kaynaklanan ezikler ve yaralar dışında bir şey yok gibi görünüyordu. Düşündüğümüz gibi hayat kadını değildi; saçlarının arasından gördüğüm yüzüne bakılırsa bir genç kız, hatta çocuktu. Tren kalçasını ve belki de rahmini parçalamış olmalı bu kadar kan aktığına göre. Neyse bu doktorun işi diye düşündüm ve görevliyle birlikte dört kişiden oluşan görgü tanıklarıyla konuşmaya başladım. Kimse tanımıyordu. İstasyonun ucundaki bankta öylece oturuyormuş karanlıkta. Sonra birden fırlayıp kendini trenin önüne atmış. 

Kim bilir ne derdi vardı garibanın.

Biraz sonra doktor ve savcıyla birlikte tekrar cesedin yanındaydım. Doktor incelemelerini yaparken, cesedin sağ koluna doğru savrulan kazağın altındaki sımsıkı yumulmuş avucunda bir kâğıt tomarı gördüm. “Elinde bir şeyler var!’’ dememle birlikte üçümüz de bizim için çok değerli bir ipucu olacak o kâğıt tomarını kızın elinden almak için hamle yaptık. Doktor kızın elini güçlükle açtı ve kağıtları savcıya verdi.

Çok derdi varmış garibanın iki sayfa mektup yazdığına göre diye düşündüm ve savcının yanına geçtim, birlikte okumaya başladık mektubu.

İnşallah bu mektubum senin eline geçer Zafer Komserim. 

Bu bizim karakolun komiseri dedim savcıya.

Ben on altı yaşındayım ve kimseye güvenemiyorum. Ne iş olursa yapan, okuma yazma bilen ama ilkokul diploması bile olmayan bir babanın ilk çocuğuyum ben. Annem mi okuma yazma bile bilmeyen, sürekli babamdan dayak yiyen kendine ev kadını dese de komşulara yardım ederek bize biraz da olsa yiyecek bir şeyler getirmek için çalışan bir çileli kadın. Nasıl yardımlar mı?  Yatalak hastanın altını almak, banyosunu yaptırmak, ayağı kırılan bir komşuya yemek yapmak, temizlik yapmak, birilerine hırka örmek gibi olabildiğince babamın evde olmadığı zamanlarda yapılan işler. Babam annem evde yokken kahveden canı sıkkın gelmişse annemin öğrettiği gibi filanca teyze hasta da ona geçmiş olsuna gitti diyordum belki sekiz yaşımdan beri.

Adına ergenlik denildiğini sonradan öğrendiğim şey bu yaşımdan geri dönüp baktığımda benim için acılarla dolu bir dönem. İlk acılarım memelerime boncuk girdiğinde oldu. Annem öyle söylüyordu acıyor memelerim dediğimde. Sanki annem haklı gibiydi. Önce bir sertlik oldu sonra etrafı dolmaya başladı boncuk hala mememin ortasında ama daha az acıyordu arkasındaki yastık büyüdükçe. Sonra on bir yaşımda beyaz iç çamaşırımda gördüğüm kanla yaşadığım acı. Ölüyorum zannetmiştim. Bütün kanım boşalacak ve beni toprağın altına bırakacaklar zannetmiştim. Yalnızlığı sevmiyorum, mezarları ise hiç sevmiyordum o zamanlar.

Sonra babam kucağına aldığında boncuklarımı acıtmaya başladı. “Acıyor’’ dediğimde “seviyorum seni kız!’’ diyordu. Daha sonra da popoma şaplaklar atmaya başladı.  Oramı ellemeye başladığında on üç yaşındaydım. Bütün bunlar da annem yemek ya da banyo yaparken oluyordu. Benden üç ve beş yaş küçük kardeşlerimi başka şeylerle oyalayıp beni yatak odasına götürmüştü. Çok kötü olmuştum onun sigara kokulu elleri oramda buramda dolaşırken. Sonra anneme söyledim. Birlikte karakolun yolunu tutmuş, size gelmiştik belki hatırlarsınız. Arkasından bildiğiniz gibi babam hapse girmişti. Dokuz ay yatacaktı hapiste, bizden uzaktaydı, rahattık ama kiramızı bile ödeyemiyorduk. Akrabalarımız bir süre sonra yaptıkları kira yardımını kestiler ve anneme git şikâyetini geri al biz artık size bakmak istemiyoruz dediler.

Annemde çaresiz geri aldı şikâyetini.  Ben “Yine bana aynı şeyleri yaparsa!’’ dediğimde “O kadar hapiste kaldı, çekti cezasını, Allah ıslah etmiştir onu artık.’’ dedi. Her şey yolunda gidiyor gibi görünüyordu anneme ve bize attığı dayaklar dışında. Annem dayak yediği bir günün gecesindeki uykusundan uyanamadı. Beyin kanaması dediler ve o sevmediğim mezarlığa annemi bırakıp geldik. En çok ben üzülmüştüm ve on dört yaşında kardeşlerimin annesi olmuştum. Birkaç hafta geçmeden babamın tacizleri yeniden başladı. Artık sığınacak bir annem de yoktu. Nereye gideceğimi kime anlatacağımı bilemiyordum. Ayrıca babam tehdit de ediyordu; birilerine söylersem hapse bile girse bir gün çıkıp gelip bana bunu fazlasıyla ödeteceğini söylüyordu. Aklıma geldikçe şu an bile midemin bulandığı şeyler yapıyordu babam bana ve daha da acısı benden üç yaş küçük kız kardeşim bu kötülükleri görmüştü. 

Hiçbir şeyin farkında olmayan daha da küçük olan erkek kardeşim için babam bir kahramandı ve bize karşı kullanılıyordu. “Ben yokken bu evin erkeği sensin ve bu kızların komşularla konuşmasına engel olacaksın.’’ diyordu babam ve bizim küçük çobanımız da adam yerine konduğu, erkek olmanın nimetlerinden erkenden yararlanmaya başladığı için çok mutlu oluyor ve bizim her yaptığımızı babamıza söylüyordu. Bizi birileriyle konuşurken görünce dibimizde bitiyor “yok teyze, yok bir sıkıntımız’’ deyip bizi oradan uzaklaştırıyordu. Galiba bu dünyaya erkek olarak gelmek gerekiyormuş diye düşünüyorduk kız kardeşimle. Ben artık okula da gitmiyordum. Olsun kardeşlerim okuyacaktı en azından. Benimse artık kardeşlerime bakmak gibi ağır bir yüküm vardı. Yemek yapıyordum, evi temizlemeye çalışıyordum. Galiba ben de annem gibi ev kadını oluyordum. Oysa annemle ne güzel hayallerimiz vardı. Ben okuyup öğretmen olacaktım sonra annemi de kardeşlerimi de yanıma alacaktım.

Artık mezarlığı çok seviyorum. Çünkü annem orada yatıyor. Mezarının üzerine annemim yetiştirdiği kırmızı, beyaz, pembe sardunyaları ektim. Her hafta gidip onları suluyorum. Orada rahatça ağlayabiliyorum, annemle dertleşiyorum, babamın yaptıklarını ona anlatıyorum. Bazen de sanki annem saçımı okşuyor ya da gözyaşlarımı siliyor gibi hissediyorum.

İki ay önce babam eve pasaportuna göre yirmi yaşında olan ama sanki daha yaşlı görünen tombik bir abla getirdi. Uzun kahverengi saçları, yumuk gözleri ve dolunay gibi yusyuvarlak bir suratı vardı ablanın. Bu sizin üvey anneniz dedi bize. Ben sevindim aslında, artık bana o kötü şeyleri yapmaz diye. Zaten gelen abla da bir garip bazen en küçük kardeşimle oyun oynadığını görüp şaşıyordum. Dili de bizim konuştuğumuz gibi değil, söylediklerini anlamakta zorlanıyordum.  Yemek yapmak, ev temizlemek konusunda da becerikli değildi. O işleri hâlâ ben yapıyordum çünkü. Sanırım abla biraz aptaldı.

Bir ay geçmemişti ki babam ablaya yatak odasında yaptıklarını kapıyı kilitleyerek bana zorla izlettirdi. Midem bulandı kustum, ağladım ve dayak yedim. Bu bardağı taşıran son damla oldu ve ben evden kaçtım. Amcamlara gittim durumu anlattım. Şikâyeti geri aldıran yengem sizin için en iyisi çocuk esirgeme kurumu ama baban hayatta olduğu için sizi oraya da almazlar dedi. Artık sırayla akrabalarımı dolaşıyordum arada bir de babamın sulandığı arkadaşımda kalıyordum. Akrabalarımda da en fazla bir hafta kalabiliyordum, sonrasında yediğim, içtiğim, hareketlerim onlara batıyor ve surat asmalar, terslemeler başlıyordu.

Şimdi ben kime güvenmeliyim? En yakınının yararlanmaya kalktığı bir çocuk olarak ben evden kaçma dışında hiçbir şey yapamadım. Yaşım tutmadığı için bir işe girip çalışamıyorum. Akrabalarım beni istemiyor, arkadaşımda da en fazla iki gün kalabiliyorum. On üç yaşındaki kız kardeşimin de benimle aynı kaderi paylaşacağını düşündüğümde deli oluyorum. Devlet de babamız hayatta diye bizi istemiyor. Tek güvendiğim insan da o buz gibi mezarlıkta yatıyor ve artık bizim için hiçbir şey yapamaz. Of ya bu yaşta bu kadar derdi ben niye yaşıyorum? Bilmiyorum. Böyle bir hayatı kim seçmek ister ki! Avazım çıktığı kadar bağırmak istiyorum: Bana ve kardeşlerime yardım edecek kimse yok mu?

Yok galiba. O zaman ben de anneme gidiyorum.

Seyhan Kanat

Titreyen sesimle, buğulanan gözlerimle “Ne çok derdi varmış garibanın’’ diyorum mektubu bana uzatan savcıya…