Sonra bir gün çıkageldiler. Bir uğultu gibi “Emin misiniz?”, “Eminim” dedim. İnsan böyle bir kararı vermek için emin olmalıydı. Geri dönüşü, telâfisi yoktur ya bazı şeylerin. Bu gidişin de telâfisi yoktu. Bir kez gittiniz mi asla geri dönemezdiniz. Dönüşü olmayan yola girme kararını, evlilik kalesinin içine girme kararından çok daha kolay almıştım. Zira o meşum müessese içinde oksijen yetersizliği kaynaklı solunum güçlüğüne aşinaydı bünyem. Daha kötüsü olamazdı ya!

Belirsiz bir zaman dilimi verdiler bana. Bir saat sonra da gelebilirlerdi, bir ay ya da bir yıl sonra da. Üç, beş, yedi… Dedim ya belirsiz bir zaman dilimi işte, çat kapı geleceklerdi, hiç beklemediğim bir zamanda, hiç ummadığım bir yerde; belki de tam beklediğim sırada, tam da olmasını istediğim yerde.  Bir un kurabiyesini güzel yaparım dedim, bir de beklemeyi. Bön bön baktılar yüzüme, belki de bakmadılar. Bilemem ki. Neticede cisimleri yoktu karşımdaki üç varlığın. Bir siluetten fazlası değildiler. Karınlarından konuşanlar gibi tuhaf bir tınıyla çıkıyordu sesleri, kıpırdayacak dudakları yoktu çünkü. Gittiler sonra. Buharlaştılar. Kara hindiba tohumu gibi yayıldılar evimin odalarına. Az biraz evhamlı olsam tırnak içlerime kadar dolduklarını söyleyebilirdim. Allahtan hiç uzun tutmam tırnaklarımı. Belki de bu yüzden geçiremedim tırnaklarımı hayatın etli yüzüne. Ama o bana sağlam kroşelerle geldi, hakkını yiyemem.

***

Yaşıyordum; köşebaşlarını kollayarak, tekinsiz sokakları; ardım sıra gelen ayak seslerini ayırt etmeye çalışarak. Korku, cesarete galip geldiğinden beri -ki ömrümün üçte ikisi- söndü gözümün feri. Nefeslerim aksak ritim. Yerler hep ıslak, kaygan zemin. İşin kötüsü düşmeden anlayamıyorsun o kaygan zemini. İnsan yalnız kaldıkça çoğalıyor. Yoksa mümkünü yok açıklayamam içimde çoğalan hastalıklı urları. Koparıldıkça çoğalan, bıçak değdikçe etrafa yayılan. Kurtulma vakti, urlardan. Bedenimdeki karıncalardan, parmaklarımdaki nasırlardan; omzuma çöreklenmiş geçmişin hayaletlerinden…. Rahat bırakmıyorlar ama. Yatağımda, koltuğumda, yediğim masada, yürüdüğüm yolda, en çok aynada. Kendime bakmaya korkar oldum nasıl da zamanla. 

O kaçınılmaz son gelene dek hayatıma devam etmem gerekiyordu. Saksı bitkisi olsaydım yahut kafeste bir kuş, kolay olurdu. Ama çarşı pazar vardı, ödenmeyi bekleyen faturalar, yapılacak telefon görüşmeleri, iletilecek mesajlar, yıkanacak çamaşırlar, toplanacak bir ev ve dökülecek çöpler vardı. Tüm gereklilikler gölge gibi peşimdeydi. Önce çamaşırları attım makineye. Ardından evi topladım. Arayacaklarımı aradım, üstümü giyindim, faturaları çantama attım, çöpün ağzını bağlayıp aldım elime ve çıktım dışarı. İlk iş çöpü attım, minibüse binip doğru bankalar caddesine… Elektrik, su, doğalgaz ne varsa ödeyip ucuzluk marketlerinden en ucuz olduğunu iddia edene girdim. Pirinç, şampuan, süt ve bisküvi alıp tekrar minibüse bindim. Okul durağında indim. Zil yeni çalıyordu. Bahçe kapısında bekledim. Melek beni görünce koşarak yanıma geldi. “Anne, bisküvileri aldın mı?” dedi, “Aldım” dedim “Süt de aldım.” Dokuz yaşındaydı, aşçı olmak istiyordu. “Pastayı ben yapacağım, sen karışmayacaksın, söz mü?” dedi. Güldüm “Söz” dedim “karışmayacağım. Ama çıkan bulaşıkları da sen halledeceksin. Anlaştık mı?” Birkaç aydır mutfağa girip bir şeyler pişirmesine izin veriyordum, büyümüştü çünkü. Hem iyi bir aşçı olmak istiyorsa bol pratiğe ihtiyacı olacaktı. “Anlaştık” dedi “Bir tarif buldum. Bisküvileri üst üste değil de üçgen şeklinde diziyorsun. Ortasına da muz koyuyorsun. Muz kaldı mı evde?” Şu sıkıntılı günlerimizde neşelenecek şeyler bulması hoşuma gidiyordu. “Var” dedim “İki tane kalmıştı.”

Okul eve yürüme mesafesindeydi. Eve iki yüz metre kaldı kalmadı sırtımda yoğun bir sıcaklık hissettim. Sonra adımı seslendi o. Kızım kolumdan çıkmış, poşet elimden düşmüştü. Ardından bir daha, bir daha… Melek korku dolu gözlerle bana bakıyor, boğazını yırtarcasına çığlık atıyordu. “Yapma babaa!” diyordu, “Anne ölmee!” diyordu. 

Korunma talebinde bulunmuştum. Altı ay evden uzaklaştırma cezası almıştı. Yüz metre yakınımıza yaklaşamayacaktı ama sırtımdaydı. Soğuk çelik gömleğimi yırtıp etime girip çıktıkça bir yangının tam ortasında kalmış gibi yanıyordum cayır cayır. Sayısız kere saplıyordu bıçağı. Sonra yüzünü gördüm. Önüme geçmişti. Öfkeden kudurmuş yüzü çakalları andırıyordu. Tükürükler saçarak adımı bağırıyor, “İstediğin bu muydu ha? Al o zaman!” diyordu. Elini tutmaya çalıştım ama nafileydi. Melek kızımı şu yaşında bile kucaklayıp kaldıran kollarım takatten kesilmiş, bıçak darbelerinden onlar da nasibini almıştı. Çelik, göğüs kafesime girdiğinde, içindeki kuş can havliyle çırpınmaya başladı. Daha fazla ayakta kalamazdım; kan gölünün ortasına elli kiloluk bedenim, yarılmış göğüs kafesim ve içindeki yaralı kuş yığıldık birlikte. Başım kanlı zemindeyken gördüğüm, yere saçılmış market poşeti, bisküvi paketi yarısına kadar kana bulanmış, Melek kızımın okulda giysin diye yeni aldığımız siyah rugan ayakkabıları kanımla lekelenmiş; çakalın kaçan ayakları, bilmediğim başkalarına ait bir sürü çift ayakkabılar… Gözlerimin son gördüğü yanıma eğilmiş, hırkasını yarık göğsüme bastıran kızımın ela gözlerindeki orman yeşili. Göğsümdeki kuş, o güvenli ormana uçtu ve gözümden bir damla yaş daha yuvarlandı, kapanmadan hemen önce.

Hayal meyal duyduğum siren sesleri, kadın çığlıkları, polis anonsu… Sigara dumanı kokuları, kan kokusu… Kolumda bir el… Adımı sesleniyor, “Bilinci…” diyor. Beton zeminden kaldırıyorlar, taşıyorlar. Bütün kesiklerim soğumaya başlıyor; soğudukça yangın, tarifsiz bir acı tüm zerrelerimi kaplıyor. Ne doğum sancısı ne diş ağrısı; göğsümde Melek’in kanlı hırkası ve tattığım zehir, ölüm acısı.

En kötüsünü yaşamıştım. Kızımın gözleri önünde otuz sekiz bıçak darbesiyle -ki sekiz tanesi öldürücü darbelermiş- otuz yaşımı göremeden öldürülmüştüm. Hayattaki en büyük başarısı tek çocuğunun annesini yine çocuğunun önünde öldürmek olan bir adamın kendine verdiği paye, katil olmaktı. Namusunu temizlemişti çünkü onu aldatmıştım. Haklı mıydı? Asla. Tek aldattığım kendimdi; değişeceğini umarak geçirdiğim yıllar, yediğim dayakların, kırılan kemiklerin, patlayan dudağın, moraran gözlerin üzerini steril gazlı bez gibi örtmüştü. 

Artık bir ölüyüm ve hissediyorum; belirsiz zamanım doldu. Üç yıldır Melek kızım ve annemin birlikte yaşadığı evimde bir hayalet gibi onlarla yaşıyorum. Bir başka yaşamak ama. Onlar varlığımı hissetmese de ben kızımın bal özlü şampuanla yıkadığı saçının kokusunu alıyorum hâlâ. Ders çalışırken zorlandığı konuları görüyorum; sesim ona gitmese de “Yaparsın sen bunu; ha gayret” diyorum. Tabağında yemek bırakınca ya da yemek seçince yüzümü düşürüyorum. Arkadaşlarıyla küsüp eve geldiğinde “Olur kızım arkadaşlar arasında” diyorum “Biz de yaşadık. Kin tutma ama.”

Annem mutfakta fasulye ayıklıyor. Ağlıyor bir yandan. Çünkü bugün benim doğum günüm. Ona sarılıp “Ağlama anne” demek istiyorum “Artık korkmuyorum bak. Bir daha dayak yok, ölüm yok bir daha. Hem ben gayet iyiyim olduğum yerde. Sadece sizi çok özlüyorum.” 

Melek mutfağa girdiğinde o üç varlık da yanındaydılar. Vakit gelmişti işte. Beni aralarına alıp götürürlerken sesini son kez işittim kızımın.

“Anneanne, bisküvi pastası yapayım mı sana? Bugün annemin doğum günü ya… Hem bisküvi de var evde. Sahi, muz kalmış mıydı?”

“Var” kızım dedim, işitmeyeceğini bilsem de “Var iki tane, meyve sepetinde.”