Cuma

Mutfağı fakir, sohbeti bereketli öğrenci evi. Beş arkadaş az önce izledikleri filmi tartışıyor; kadını kim öldürdü bulmaya çalışıyorlar. Telefon o sırada çalıyor. Gürültünün içinde cılız bir ses. Ali’nin bu. Ekranına bakıyor. “Yıllardır görüşmedik, garip…” Tereddüt ediyor. Kafası karışık. Ne olabilir? Ses kesiliyor. Meraklı gözler onu süzüyor. Açmalı mıydı?  İşte yeniden çalıyor; sohbeti bölen bu telefon bir an evvel cevaplanmalı. Diğer odaya geçiyor. Konuşma uzun sürmemiş, sırt çantasıyla dönüyor. Telaşlı. “Gidiyorum,” diyor sadece. Çıkarken arkasından yetişen arkadaşlarında meraklı yüzler. Bir tek Yusuf sokağa kadar peşinden geliyor. En iyi arkadaşı Yusuf. “Necla aradı, biliyorsun ya yıllardır görüşmedik, Yasemin kayıpmış, öyle dedi, iki gündür haber alınamıyormuş…”

Pazar

Yanıma oturdu. Saçlarımı okşadı. Elleri süt kokuyordu. “Oğlum seni böyle gördükçe içim eriyor, hepimiz çok üzülüyoruz, kendini koyuverme, bir haber gelir elbet. Var git okuluna derslerinden geri kalacaksın. Biz seni haberdar ederiz.”

“Yarın olsun hele anne.” Işığı kapadı çıkarken. “Uyu artık dinlen.”

Uyuyabilir miydim? O zamanlar da uyuyamazdım. Çekingen oldum hep. Bilirsin. “En sevdiğin rengi bilirsem benimle yemeğe çıkar mısın?” derken yüreğim ağzımdaydı. İstiyorsan kabul edecektin. Zor soru değildi bu. “Tamam, söyle,” derken bileceğimi tahmin eder gibiydin. Demek gelmek istiyordun!

“Mor.”

Gülümsemiştin. Senin mora olan sevdanı bilmeyen var mıydı, yoksa bir ben mi biliyordum, belki sevdadan, bir ben…

“E nereye yemeğe götürüyorsun beni?” “Salih Usta’ya.”

Buluşmuştuk ertesi gün. Böyle başlamıştık. O gece uyku tutmamıştı. Heyecandan yemek bile yiyememiştim.  Lise son sınıfın son haftasıydı. Orası bizim lüksümüzdü, o salaş mekân dünyanın en güzel yeriydi o gün. Ellerini ilk kez tutmuştum. Sadece senin değil; herkesin eliymiş elimdeki. Tuttuğum gün değil, bıraktığım -ellerimden kaydığı- gün anlamıştım. Seni kaybetmek herkesi kaybetmekmiş.

Haliyle olmadı. Bitti. Neler bitmiyor ki!

Babam yoktu. Ben küçükken ölmüş. Bilmem, hatırlamam. Evin erkeği sensin ,derdi babaannem. Ancak yetiştirebiliyordum, annem hasta, kız kardeşim okuyordu. Çalışmam gerekti. Kardeşim okulu bitirip mesleğe başlayınca okuyabildim ben. Geç… Her şeye geç kaldım. Sen üniversiteye gidince ben… Biliyorum aramadım çok. Artık farklı dünyaların insanı olmuştuk, her şey dengi dengine derler. Öyle olmalı… Yıllar geçti. Duydum. İnanamadım. O ciğeri beş para etmez mendebur herifle sen… Şaşırmıştım. Onun küçüklüğünü bilirim. Duygusuzun tekidir, hırçın, sevgi nedir bilmez. Bir keresinde taşla vura vura  ezdi öldürdü masum eniği. Annem onunla gezmemi yasaklamıştı. Anlamaya çalıştım seni. Atanamamıştın.  Anneni de kaybedince evliliğe sıcak baktın belki.

“Müstakil bir evimiz olsun, mor boyalı” derdin. “Çocuklarımız bahçede oynasın.” Bazen gıcık ederdim. “Mor olmasa olmaz mı?”  “Hayır, mutlaka mor olacak. Ne olursa olsun!” Ellerin ellerimde terlerdi. Sana aldığım son hediye de mor bir kazaktı. Ellerimle giydirmiştim. Gıdıklanmıştın. Sonra izler bırakmıştık tenlerimizde. Kokun…  Hâlâ duyumsuyorum. Hiç kimse de kokunun benzerini bulamadım. Şimdi seni de bulamıyoruz. Neredesin? İki gündür sokak sokak dolaştım, her yere haber saldım. Yoksun! Herkesi, her şeyi geçtim. Kızını da mı düşünmüyorsun?

 

Salı

Sabah. Güç bela kaldırıyorum başımı. Gözlerim kamaşıyor. Gün ışığı zamansız bir yüzleşmeye giriyor pencereden, izinsiz. Kısık bir görüntü. Telefonuma bakıyorum aceleyle. Haber yok.

Uzun sürmüş bir günün sonuna gelen semt pazarları gibi dağınık odam. Masamın da ondan geri kalır yanı yok, el sürülmemiş eşyalar, gereksiz, yırtılmış kâğıtlar, defterler… Yatağın yanında yerde orta yerinden açık, yarım kalmış kitap gözüme ilişiyor: J. P. Sartre ‘İş İşten Geçti’

İş işten geçti mi?

Bu düşünce ürpertiyor içimi. Kalkıyorum. Aynayı alıyorum elime. Göz yuvarlağım yuvasına çökmüş, mağlup ordular gibi geriye çekilmiş. Yüzüm diğer kısımlarına oranla hafif morlaşmış. Morun her tonunu yaşıyorum. Döndüm eve.  Elim boş. Şimdi yine bekleme mevsimine düştüm. Beklemek…

“Beklemek cehennemdir.”

Bir sigara yakıyorum. Sigaraya karışıyorum, sigara oluyorum.Yanıp tutuşuyorum, duman olup dağılıyorum. Hareketsiz bedenimin bakışları bir noktada. İçim huzursuz…

Niye böyle oldu? Soruyor.

Ne oldu?

Bilmiyor musun, diyor

Bilmiyorum, diyorum. Cevap ararcasına pencereye dönüyorum. Gün ışığı umarsız düşüyor odaya.

 

Perşembe

Beş arkadaş. Evdeydiler. Niyetleri Ali’yi de alıp dışarı çıkmak, kafa dağıtmaktı. Bir an açık olan televizyon dikkatlerini çekti. Haberler vardı. Belirli belirsiz görüntüler akıyordu:

“Karşıkonak Mahallesi’nde oturan H. İ. eşi Y. İ’den haber alamadığı gerekçesiyle geçen hafta perşembe günü saat 04.30 sıralarında jandarmaya giderek kayıp başvurusunda bulundu. Olaydan günler sonra uzaktan Y.İ’nin evini gören bir kamera bulunduğu ortaya çıktı. Kamera kayıtlarında Y.İ’nin kaybolduğu gece H. İ’nin evden araca bazı şeyler taşıdığı tespit edildi. Bunun üzerine harekete geçen jandarma H.İ.’yi gözaltına alıp soruşturmayı derinleştirdi. Karakola götürülen koca, ifadesinde suçunu itiraf ederek, ‘Eşimle kavga ettik. Kavga ederken onu öldürdüm. Gece vakti eşimi halıya sararak evden çıkarıp araziye kendime ait olan kepçe yardımıyla gömdüm. Yürüyüşe gitmiş ve dışarıda saldırıya uğramış süsü vermek için kıyafetlerini yakındaki ağaçlık alana attım. Şüphe çekmeyeyim diye o günden beri üzülmüş numarası yapıp yalandan eşimi aradım,’ dedi. Evet, sayın seyirciler, gün geçmiyor ki kadın cinayetleri yüreklerimizi parçalamasın. Evet, şimdi canlı yayına bağlanıyoruz. Burası maktulün evinin önü…”

Herkes susmuştu. Görüntüler devam ediyordu. Kalabalık vardı; mor evin önünde.