Hava bulutlu, esen rüzgâr soğuk! Elverişsiz bu hava koşullarında yine de kentin eskilerden kalma sokaklarında dolaşıyorum. Yıpranmış tarihi dokusuna karşın kendine has bir çekiciliği var buranın. Kafeler, restoranlar, çoğu hediyelik eşya satan ve turistlere hizmet amaçlı küçücük dükkânlar! Yöresel yemekler yapan köşedeki küçücük bir restoranın önünde eski bir öküz arabası var. Üstüne çeşitli kalınlık ve uzunlukta bambu ve kamış sırıkları konmuş. Yanındaki direğe eski ve dişlek bir döğen yaslanmış, duruyor. Keskin çakmak taşlarının bir kısmı dökülmüş! Bambu ve kamış yığınında uzunluğu boyumu aşan, sağlam yapılı ve boğum aralıkları düzgün olanını beğendim. Evdeki Roma döneminden kalma mızrak ucunu ona takarım diye düşündüm. Dekor amaçlı bu yığının arasından birini çekip almam, görünende neyi değiştirir ki? O kamış sırığı alıp içeriye girdim.

Kimse yoktu. Seslendim kimse var mı diye… Cevap veren olmadı. Tekrar seslendim, “Kimse yok mu?” En dip, karanlık köşeden cılız bir ses, “buyurun” diye cevap verebildi nihayet. Sesin tınısı bezgin, “sabah sabah sen de nereden çıktın” der gibiydi. Yirmi beş otuz yaşlarında zayıf bir adam, bir bana bir de elimdeki kamış sırığa ürkek bir şekilde bakıyordu. Elimdeki sırığı Gandalf’ın sihirli asası gibi uzatarak “Bunu almak istiyorum” dedim. Bir süre ne diyeceğini bilemedi. Sonra “Alın götürün” dedi. Aynı anda dönüp bilgisayarının karşısına geçti. Döndüm. Kapıdan çıkarken oldukça yüksek tonda  “Teşekkür ederim!” Diye seslendim. Ses etmedi. Eminim içinden küfretmiştir.

Elimde asa, tarihi sokaklarda dolaşmaya başladım. Görüntüm biraz tuhaf olmalıydı zira insanlar, kaçamak bakışlarını bana çevirmekten kendilerini alamıyordu. Bir süre sonra onlar bana alıştılar… Ben de onlara. Kamış sırığım ya da yeni asamla, düzensiz taşlarla döşenmiş dar ve eğri büğrü sokaklarda yürümek daha kolaydı. Her ne kadar onu gördüğümde asa gibi kullanmayı düşünmemişsem de bu gün, bu kamış “sırık” benin asam olacaktı! Bu düşünce hoşuma gitti… Sırıttım!

Öğleye doğru bir ara güneş yüzünü gösterdi. Rüzgâr soluklanmak için yavaşladı ve gün dostça gülümseyiverdi. Rustaveli caddesinde, özgürlük meydanına doğru yürüyordum. Tepelerinden birbirine kemerlerle bağlı, dört köşe devasa sütunlarıyla görkemli Parlamento binasının önünde, tam da giriş kapısına yakınken arkadan gelen gürültü üzerine geri dönüp baktığımda… Dehşetten dona kaldım. Siyah renkli bir arabanın arka camından sarkan, yüzü maskeli bir adam, kaldırımda ki kadının çantasına yapışmış çekiştirip duruyordu. Kadın çantasını bırakmıyor, durmadan çığlık atıyordu. Otomobil hareket ettikçe kadını da yansıra sürüklemeye başladı. Kadın ağır bir şekilde yaralanabilirdi. Bu mücadele sırasında kadının bir ayakkabısı fırladı. Otomobilin onu yerlerde sürüklemesine karşın mor renkli çantasını bırakmıyor, yiğitçe mücadele ediyordu. Koştum, tam önüme geldiklerinde asamı hızla adamın koluna indirdim. O an kolu kopsun istedim. Adam, köpek gibi uluyarak elini çekti. Kadın az ileride yola düştü. Araba hızlandı, zikzaklar çizerek gözden kayboldu. Koşarak ona ulaştım, şoktaydı. İki eliyle çantasına sarılmış, şaşkın ve donuk gözlerle yüzüme bakıyordu. Çevredeki insanlar anında etrafımıza yığıldılar. Bir çocuk, kadının ayakkabısını getirdi. İki kadının yardımıyla mor çantalı kadını kaldırıma oturttuk. Bir diğeri ayakkabısını giydirdi. Kadın, olan biten sanki kendisiyle ilgili değilmiş de, kendi dışındaki başka bir olayı izliyormuş gibi izliyordu bizleri. Kadınlardan genç olanı “ acıyan bir yeriniz var mı? Ayağa kalkabilecek misiniz” dedi. İki kadın kollarına girerek onu ayağa kaldırdılar. “İyiyim” dedi kadın solgun bir sesle. Bir iki adım attı, “sağ dizim ağrıyor” dedi. Genç olan kadın çantasında bir şeyler aradı. Nihayet bulabildiği ıslak mendille kadının yaralı dizini temizledi. “Kırık yok, sadece sürtünmeden dolayı zedelenmiş ama isterseniz sizi hastaneye götürelim” dedi içten bir ilgiyle. Mor çantalı kadın kendini yokladı, üstünü silkeledi, dağınık saçlarını düzeltti. Sonra bir iki adım attı. Çevremizi saran halka açılıp ona yol verdi. Sonra birkaç adım daha attı kadın. Yürüyebiliyordu. Döndü hepimize teşekkür etti. “Acele bir yere yetişmem lazım” diyerek, aksak adımlarla özgürlük meydanı istikametinde yürümeye başladı. Arkasından, “isterseniz gideceğiniz yere kadar size refakat edebilirim” diye seslendim.

Döndü. Minnettar bir bakış attı yüzüme. “Vaktiniz varsa minnettar kalırım” dedi. Yürüdüm. Elimde asam, kolumda mor çantalı kadın, bizi kaygıyla izleyen insanların önünde yavaşça ilerliyorduk. Ne bir polis göründü o an ortalıkta, ne de sık sık gördüğüm lacivert üniformalı belediye zabıtaları. Parlamento binasının önünde, güpegündüz genç bir kadın saldırıya uğruyor, çantasını zorla alınmak için yerlerde sürükleniyordu. Elbette ki beynim bu tekil olayı abartıyor, “Parlamento binasının önünde hırsızlar, kapkaççılar cirit atıyor… Ya içeridekiler?” Diye düşünüyordum yüksek sesle. Kadın, yüzüme manidar bir tebessümle baktı. “Haklısınız” dedi, “bu yüzden kimse burada kalmak istemiyor.” Sesinin tınısı acıklıydı. “Fırsatını bulan herkes yurt dışına çıkmak istiyor” Haklıydı… Kentin her bir yerinde binalardaki “Satılık” tabelaları, bu terk edişi doğruluyordu. Bir bankanın önünde durduk. Kolumdan çıkıp kapıya yöneldi. Arkasından seslendim: “Sizinle gelmemi ister miydiniz?” Döndü, teşekkür etti. Kapıyı aralarken tekrar döndü ve “yarım saatte işim biter, eğer vaktiniz varsa sizinle bir kahve içmek isterdim!” Sevindim. Sanki on dakika önce yerlerde sürüklenen kadın o değildi. İçimden bir “maşallah” çektim. “Tamam” dedim asamı yere vurarak, “sizi burada bekleyeceğim.” Kapıda bekleyen görevli bir bana bir elimdeki asaya bakıp gülümsüyordu. Beklerken ben de ona gülümsedim.

Bankanın önünde beklerken, olay sırasında mor çantalı kadının yardımına koşan o iki kadının bana doğru geldiklerini gördüm. Bu, kadın merakından bir adım öte bir şeydi. Gelip önümde durdular. “İyi görünüyor şimdilik” dedim daha onlar sormadan, “içeriye girdi” bankayı göstererek. “Aman iyi olsun keşke” dedi kadınlar. Genç olanı “şimdi sıcağı sıcağına fazla bir acı duymuyordur. Ama sızılı bir gece onu bekliyor olacak!” Doğru söylüyordu. “Yine de çok ucuz atlattı olayı” dedim. “Evet… Çok çok geçmiş olsun” diyerek bankaya dikkatlice baktılar. Olayı, çantayı, kadının bankayla ilişkisini şimdi daha çok merak ediyorlardı. Sonra müsaade isteyip ayrıldılar. Eminin “bekleyin az sonra çıkar” deseydim beklerlerdi… Belki?

Arada bir kapı görevlisiyle birbirimizi -güya çaktırmadan- gözetleyerek bekledik durduk. Nihayet kapıda göründü. Bakışlarından, yüzünde beliren ışıltıdan, beni tekrar gördüğüne sevindiğini anladım. Sızılı bir gülümsemeyle geldi, sol koluma girdi. Yürüdük. Topallıyordu. Az ilerideki bir kafeye girdik.  Duvarın dibindeki masayı özellikle seçtim. “Önce asamı bir yere yerleştireyim” diyerek, onu masayla duvarın arasında yere koydum. “Öncelikle asanızı ve sizi kutlamak isterim… Hayatımı kurtardınız!” Dedi genç kadın. “Anlatır mısınız? Nedir bu asanın hikâyesi?” Gülümsüyordu!

Anlatırken beni ilgiyle dinliyor, arada bir başını öteye beriye sallayarak “Allah…  Allah” deyip duruyordu. “Eğer” dedi Maia, – adı Maia’ymış- “siz o kamış asanızı almasaydınız veya adam size onu vermeseydi, belki hikâyem bu gün çok trajik bir şekilde bitebilirdi. Olay, güpegündüz Parlamento binasının önünde oluyor. Burası manidar görünmüyor mu? Halkın çoğunluğu, moderniteyi sadece giyim-kuşama, otomobil ve el telefonuna yamamış görünen yönetici elit takımını, bana saldıran kapkaççılardan pek farklı görmüyor. Sizce bu olayların birbiriyle bağlantısı yok mu?” İlişkiler apaçık görünüyor gibiydi. “Ama bunların ilahi bir güç tarafından, önceden tasarlandığı konusunda kuşkuluyum!” Diyebildim. İnanıyorsa eğer, ilahi bir gücün onu koruyup kollandığı konusundaki inancını zedelemek istemiyordum. Yine de yüzünde mahzun bir ifade belirdi. Konuyu değiştirmek için takıldım: “Bakıyorum da çantanız hafiflemiş!”

O da hikâyesini anlattı. Altı yıllık hemşireymiş. Sevdiklerini ve en son altı ay önce annesini kaybetmiş. “Çok yalnız kaldım, kendimi yetim ve kimsesiz bir çocuk gibi hissediyordum. Çevreme, kamu kurumları dâhil her şey ve herkese karşı güvenimi yitirmiştim” diyordu. Ailesinden kalan malını, mülkünü… Her şeyini satmış! Bütün işlemlerini tamamlamış ve Amerika’daki teyzesinin yanına gidiyormuş hafta sonu. “Annemden kalan modası geçmiş o çantanın içinde tüm geçmiş hayatım; çocukluğum, gençliğim ve tüm geleceğim vardı” dedi. Kahvelerimizi içip ayağa kalkınca, veda niyetiyle bana sarıldı. Başını, yasladığı göğsümden kaldırmadan adeta kendi kendine mırıldanır gibi, “Tüm inançlarımı yitirmişken giderayak burada minnetle anacağım birinin olduğunu bilmek güzel bir şey!” Dedi. Eğildi, yerden asamı alarak hürmetle bana uzattı. Saygıyla hafifçe öne eğilerek aldım asayı. Hafta sonunda ebediyen terk edeceği evine kadar ona eşlik etmek için ısrar ettim. Ben, asam ve Maia ağır aksak yürüdük birlikte. İki katlı ve eski bir evinin önünde durduk. Evin dış kapısını açtı ve sonra hızla dönerek bana sarıldı Maia. Sessizce ağlıyordu. “Seni hiç unutmayacağım Babua… Hiç unutmayacağım!”

“Güle güle git Maia” dedim. “Yolun ve bahtın açık olsun!” İçeri girene kadar bekledim. Üst katta pencerenin perdesi hafifçe kıpırdadı. Dönüp oradan ayrıldım. Sağ elimde asam, evime doğru giderken, arkamdan sevgi ve minnetle izlendiğimi biliyordum.

O gece rüyamda… Maia ’yı neşeyle gülerken gördüm!