Bir akşamüzeri evime dönüyorum. Kapkaranlık bir sokaktayım. Katledilmem an meselesi; ya bugün ya yarın, biliyorum, karım beni öldürecek. Çabuk bitti beni göklerde kuş misali uçuran sevdam. Ailemi ve dostlarımı dinlemiyorum. Sevdiğimin tuzağına düşüyorum. Kaçıp kurtulmam da mümkün değil. Kaçsam da her defasında gelip beni eve geri götürüyor. İkna edilmem çok kolay. Onu karşımda görünce yelkenleri suya indiriyorum. Ne yapsam, nereye sığınsam zaten beni çabucak, kolayca buluyor. Onunla gönüllü gitmesem ya beni yerlerde sürüklüyor ya da alnıma silahı dayıyor. Direnemiyorum; kabulleniyorum. Bizim dünyamızın tek hâkimi artık kadınlar. Çocuk doğuran, ev işlerini yapan, evi çekip çeviren artık hep erkekler. Eziyet gören de… Kadınlar tek söz sahibi. Eve her geri döndüğümde yeniden hamile kalıyorum. Bir, iki, üç derken sonunda dördüncüsü de yolda. Korkuyorum. Kaçmak istiyorum. Sokak ortasında, çocuklarımın gözleri önünde bir kurşunla katledilmek istemiyorum. Korkumun tavan yaptığı o gün çarşıdan eve dönerken, tanımadığım bir adam elime mor bir zarf tutuşturuyor. “Zarfı sonra aç, kurtuluşun bu zarfın içinde” diyor alçak bir sesle ve hemen gözden kayboluyor.

Zarfın içindeki kâğıtta yazılanlara harfiyen uyuyorum. Karanlık bastırmadan çocuklarımı da alıp ormana dalıyorum. Bu ormana ilk defa geliyorum. Kurtuluşum bu ormanda. Karımın beni aramayı akıl edemeyeceği tek yer burası. Biliyorum. Önümde çok uzun bir gece var.  Mor bir şafak olacak. Dağın öbür tarafında bizi bekleyen mor bir otobüse binip mor bir ülkeye gidecek ve sonsuza dek kurtulacağız. Orman korkunç. Hiç böyle hâyâl etmemişim. Epey yürüyoruz ormanın derinliklerine doğru. Çocuklar yoruluyor. “Haydi, biraz daha gayret çocuklar,” demem de bir işe yaramıyor. Durup geceyi güvenli bir ağaç altında geçirmek zorundayız. Gecede kuş uçmuyor, dal kıpırdamıyor. Gökyüzünde bir tane yıldız bile yok. Ağır, karanlık bir bulut ormanın üstüne abanmış gibi. Önümüzü zar zor görüyoruz. Durmamız, dinlenmemiz ve şafakla yola çıkmamız lazım. Başka çaresi yok.  Sırtımı gövdesi kalın bir ağaca dayıyorum. Çocuklarımı dizlerime yatırıp “gözlerinizi kapayın, masal saati,” diyorum. Korkmasınlar istiyorum. Saçlarını okşarken titreyen kalın sesimle hemen orada bir masal uyduruyorum. Gözlerim bir türlü karanlığa alışmıyor. Masalı dinlerken çocuklarım uykuya dalıyor. Ormanın derin sessizliğinde sadece nefes alışlarını duyuyorum. Aniden gökyüzünde soluk bir yıldız beliriyor ve tüm ağaçların yerlere dek eğildiğini görüyorum.  Sırtımı vermiş olduğum ağaç da eğiliyor. Altında kalmaktan korkuyorum. Çocuklarımı uyandırmak istiyorum. Ben küçükken anneannemin, “ağaçlar bile secdeye varır,” dediğini hatırlıyorum. Sakinliyorum. Ağaçlar önce secdeye varıyor, ardından birbirlerine yaklaşıp sarılıyor, kucaklaşıyor ve anlamadığım bir dilde şarkı söylüyorlar. Ormanda hareket etmeyen, zıplamayan, şarkı söylemeyen tek bir ağaç yok. Biraz ötemdeki bodur çalılar bile kendilerince kıpırdıyor derken ormanın asıl sahipleri kurtlar, aslanlar, yırtıcı kuşlar, yılanlar, çıyanlar akın akın bize doğru gelmeye başlıyor. O karanlıkta gözlerim bir yarasanın gözleri gibi her şeyi en ince ayrıntısına dek görüyor. Şaşırıyorum ve çok korkuyorum. Çocuklarım derin uykularında. İçimdeki uyanmış, durmaksızın tekme atıyor. Elimle karnımı okşuyorum. Kurda kuşa yem olma korkum arttıkça artıyor. Yaklaştıkça yaklaşıyor hayvanlar. Dehşetim büyüdükçe büyüyor. İşte o an evde olmayı çok istiyorum.  Sürekli öldürülme korkusuyla yaşamaya bile razıyım.  Evde olsam bir ümidim olur biliyorum. Şimdiyse yem olmak üzereyim. “Elveda mor şafak, elveda mor otobüs ve mor ülke!”

Dehşetle uyanıyorum. Bir an nerede olduğumu ve kim olduğumu hatırlamıyorum. Zaman ve mekân kavramım tamamen kaybolmuş. Gözlerimi kapamak ve tekrar rüyamdaki kâbusa dönmek istemiyorum. Ellerimle karnımı yokluyorum. Başka yerlerime dokunuyorum. Rüyamdaki gibi hamile bir erkek değilim. Anneannem yaşıyor olsaydı, hemen ona telefon açar sorardım. “Hayır olsun,” der ve rüyamı yorumlamaya başlardı. Düşünmesi bile korkunç. “Bu neydi şimdi?” diyorum. Karabasanımda kadınlarla erkekler hepten yer değiştirmiş. Erkekler çok güçsüz ve korunmaya muhtaç. Artık kötü durumda olan hep erkekler. “Allah kimseyi böyle bir duruma düşürmesin,” diyorum. Bundan sonra kadınlara çok özen göstereceğim. Kadınlar hep baş tacım olacak. Rüyamda gördüklerim boğazımda bir düğüm olmuş, kalbimi sıkıştırıyor. Ellerim sağ yanımdaki yastıkta karımın başını arıyor. Son günlerde aramızın çok gergin olduğunu anımsıyorum.  Bu kâbusu ben onun yüzünden görmedim mi? Keşke beni o denli kızdırmasa ben de onu ölesiye dövmeseydim. Yanımda olsa yine de iyi olurdu. Tek başıma kalmak istemiyorum. Tuvalete gitmiş olmalı. Bekliyorum.

Yatağın içinde epey oyalanıyorum. Karım bir türlü gelmiyor. Korkunç rüyamın başka ayrıntılarını da hatırlıyorum. Hatırladıkça ruhum daralıyor, içim kararıyor. Bir erkek olarak en çok aklıma hamile hallerim geliyor. Bir an kendime ve rüyama gülüyorum. Karımı bulmalıyım; rüyamı ona da anlatmalıyım. Ona da anlatmalıyım mor şafağı, görmediğim mor otobüsü ve gidemediğimiz mor ülkeyi. İşte o zaman belki içim rahatlar, rüyamın etkisi hafifler. Karım belki kendince yorumlar da yapar. Beklemekten sıkılınca yataktan çıkıyorum. Koridorun başında bulunan banyonun kapısı açık, ışığı da yanmıyor. Işığı yakıp içeriye bakıyorum. Kaygılanıyorum haliyle ya düştüyse, başını bir yere çarptıysa, ya bu rüya bana bir uyarıysa diye. Kafamda yazıp duruyorum her türlü kötü senaryoyu. İlk defa onsuz kalmak istemiyorum. “Hay senin aklına!” diyorum, “nasıl düşünemezsin?  Uyku tutmadı elbette o da kahvaltı için kek börek hazırlamaya mutfağa gitti.” Kötü senaryolarım bitiyor. Mutfağa gidiyorum. Henüz gün yeni doğuyor. Mutfağın perdesi sonuna dek açık. Karım mutfakta yok. Ortada ne kek ne börek ne de ocakta demlenen çay var. “Nereye gitmiş olabilir ki?” diye soruyorum kendime. Kafam karmakarışık. Tam kendime de gelmiş değilim aslında, aklım hâlâ biraz gördüğüm rüyada ve gerçek hayatta karıma çektirdiğim eziyetlerde.

Aklıma son çare misafir odasına bakmak geliyor. Sonra hatırlıyorum çocukluk arkadaşımın akşam bize yemeğe geldiğini ve içkiyi fazla kaçırdığımızı. Çok geç olduğu için ısrarlarımıza dayanamayıp bizde yatıya kaldığını. Bir an beraberce çekip gitmiş olabilecekleri ihtimali geliyor aklıma. Kan beynime sıçrıyor. “Bu kadın demek ki hâlâ dersini almamış. Hayvan, ben size gününüzü göstermesini bilirim. Allah belanızı versin.” Misafir odasının kapısı aralık. Başımı uzatıp yine de yanılmış olma kapıdan içeriye bakıyorum. Karım ve can dostum sarmaş dolaş uyuyorlar.

Gözüm açık yeniden rüyamdaki ormandaydım. Etrafım çok karanlık. Şafağa çok var. Yabani hayvanlara yem olmak üzereyim. Tek başımayım bu defa. Ufukta mor bir şafak beliriyor. Ortalık aydınlanıyor, hayvanlar kayboluyor. Bir karar vermem lazım. Ya her zamanki gibi karımı saçlarından tutup kafasını duvarlara çarpacağım ya da silahımı çekip ikisini orada öldüreceğim. Valizimi alıp sessizce evden çıkıp gitmeyi seçiyorum…