Koşuyolu Ali Nazıma Sokak’ta merdivenlerin bittiği köşedeki tek katlı evin ön bahçesi tamamen ortancalarla doluydu. Ümran Hanım’ın ortancaları meşhurdur. Koskoca sokakta onunkilerin bir benzeri daha yoktur. Her biri kocaman ve hepsi mor. Tüm ön bahçeye sadece mor ortancalar ekmişti rahmetli eşi. Hasan Bey’in hatırasına o da başka hiçbir renk karıştırmamış, bahçenin renk birliğini bozmamıştı.
Ümran Hanım eşini sirozdan kaybettiğinde otuz iki yaşındaydı. En büyüğü on yedi yaşında üç erkek çocukla kalakalmıştı bir başına. Eşinden bağlanan asker maaşı dışında kendi yaptığı ufak tefek dikiş işlerinden başka gelir kaynağı yoktu. En büyük oğlu eve katkıda bulunmak için liseyi bitirir bitirmez bankada çalışmaya başladı. O yıllarda öyle üniversite mezunu filan olmaya gerek yoktu, alt kademeden başlayıp yavaş yavaş terfi ederek yükselme şansın vardı. Nitekim yıllar sonra oğlu o gün girdiği bankada müdür pozisyonuna kadar yükseldi ve oradan da emekli oldu. Diğer iki oğlu da sırayla liseyi bitirdikten sonra farklı bankalara girdiler, ama onlar abileri gibi çok üst basamaklara kadar çıkamadılar.
Sokak kapısından aşağı beş basamak inince bahçe seviyesine geliniyordu. Evin ana kapısından önce dört beş metrekarelik bir limonluğu geçmeniz gerekiyordu. İçinde beyaza boyanmış ferforje bir masa, çevresinde masanın ayakları ile aynı desende altı sandalye ve üzerlerinde mor minderler vardı. Kapı girişinin sol tarafına ise üçlü divanını koymuştu Ümran Hanım. Genç kızlık çeyizinden kalmaymış, pek kıymet verirdi o divana. Sağ duvarda tavana kadar arada sürgülü camları olan bir büfe vardı. Kadehler, gümüşler, bardaklar ve süslü tabaklarla doluydu. Kadehlerin hepsi kristaldi tabi. O kristalleri ondan başka gören de yoktu gerçi, pek geleni gideni olmazdı Ümran Hanım’ın. Yabancılarla rahat iletişim kuramazdı .Yalnızlığını sever, evde başka birini pek istemezdi-oğulcukları hariç tabi. Onlar gelince içi içine sığmazdı, onlar da pek sık uğramazlardı aslında, ama o hep beklerdi limonlukta.
Ümran Hanım eşini kaybettiğinden beri günde iki paket Birinci içerdi. Sonraları şu ince koyu renkli mentollü sigaralara devam etti. Ama her zaman günde iki paket, ne bir eksik ne bir fazla. Bir de kahvesiz duramazdı, şekerli Türk kahvesi, Mehmet Efendi, çekirdekler çifte kavrulmuş ve taze çekilmiş olmalıydı. İçeceği zaman pirinç değirmeninde kendi çeker, kahvesini, yemeğini, temizliğini kendi yapardı. Sabah kalkar kalkmaz kahvesi ve sigarası, sonra kahvaltı niyetine bir çay kaşığı bal, yarım dilim ekmek, iki çatal beyaz peynir ve dört adet siyah zeytin. İkinci kahvesini saat tam 12.00’de, üçüncüsünü de saat 16.00’da içerdi. Öğlen yemeğinde bir minik kase çorba, akşam yemeğinde de iki kaşık sebze yemeği biraz da yoğurt yerdi. Yemek işi akşam ajansından önce biterdi, o zamana kadar da gününü mevsime göre ya limonlukta üzerinde uzun hırkası ve ayağında örme patikleriyle oturarak geçirir, ya da bahçede ortancalarının arasında ama, hep tek başına.
Kırklı yaşlarının ortasında oğullarının hepsi evlenmiş ve evden ayrılmışlardı. Ümran Hanım bir otuz sene daha o odun sobalı evde yalnız yaşadı. Bayramlarda ve çok nadiren hafta sonları, o da bir en fazla iki saatliğine oğulları ailelerini de alıp uğrarlardı. Torunlar ve gelinler zamanla hiç uğramamaya başladılar. Hiç şikayet etmezdi, işin aslı, o da bu aralıklarla görüşmeyi tercih ediyordu. Sıkılıyordu etrafında insan olmasından. Sese, fazla konuşmaya dayanamıyordu, ‘beynim uğulduyor, karışıyor kelimeler, anlamıyorum konuşulanları,’ derdi hep. Oğulları bir ara temizlik için bir kadın tutma konusunu açacak oldular da, kıyamet koptu. Büyük oğluna (en vefasız olanı) karşı zaafı vardı, onun hatırına Türkmen bir kızı evine kabul etti. Kıza ne eziyetler, ne iftiralar. İki hafta dayanabildi zavallıcık, ağlaya ağlaya aradı Haluk Bey’i ve yapamayacağını söyledi. Öyle ki o iki haftanın parasını bile almadı.
Ümran Hanım daha ziyade kendi kendine konuşurdu, sıklıkla da ortancalarıyla sohbet ederdi. Önceleri sadece dinlerdi onları, sonra sonra karşılıklı konuşmaya başladılar. Anneleri ile pek ilgileri olmadığından oğulları bunu uzun yıllar fark edemediler. Yoldan geçenler de göremezdi Ümran Hanım’ı, bahçe sokak seviyesinden aşağıda kalıyor ya, bir de kocaman mor ortancalar kaplayınca bahçe duvarlarını tabi. Yıllar sonra bu baş ağrıları ve uğultu şikayetleri artınca küçük oğlu- ki aralarında en vicdanlısı oydu- annesini tepeden tırnağa bir kontrol için hastaneye götürdü. Sonuçlar alındığında nörolog, oğlunu arayıp annesini psikiyatriye yönlendirilmesinin doğru olacağını söyleyince işin şekli değişti. Ümran Hanım yetmiş üç yaşındaydı. Doktorun demesine göre uzun zamandır bu hastalıkla mücadele ediyormuş zaten. Nasıl fark etmediniz, diye küçük oğluna ve tabi onun gıyabında diğerlerine de biraz sinirlendi doktor. ‘Annem, yalnızlıktan arada kendi kendine konuşuyor sandık, hepimiz arada yapmaz mıyız,” gibi bir de ipsiz sapsız açıklama duyunca doktor hepten kızdı.
-Yazdığım ilaçlar kısa sürede durumu daha iyi hale getirecek merak etmeyin ama asıl önemli olan, sevdikleriyle zaman geçirmesini ve mutlaka sizlerle sözlü iletişime geçmesini sağlamanız.
Bunları duymak iyi de, ne kendi ne de abileri bu sorumluluğu üzerlerine almak istemiyorlardı. Gelinler ve torunlar zaten piyasada yoklardı, bu zamanda hangi torun ortancalarıyla sohbet eden bir babaanne ile zaman geçirmek ister ki! Doktor ziyaretinden sonra Ümran Hanım kendini yorgun hissediyordu, tek istediği evine gidip uyumaktı. Öyle de yaptı. O uyurken oğlu ilaçlarını aldı ve akşamüzeri tüm kardeşler annelerinin evinde buluştular.
Ümran Hanım içeride uyurken, kardeşler birer sigara yakıp bahçeye geçtiler, ortancaların arasındaki küçük yuvarlak masanın etrafına oturup meseleyi konuşmaya başladılar. Ne tuhaf, daha önce çocukluk dönemleri hariç burada hiç birlikte oturmamışlardı. Hararetli hararetli sorumluluğu birine yıkmaya çalışırlarken birden sustular. Masanın yanındaki ortancanın koskoca çiçeği aniden boynunu büküvermişti.
-Dikkat etsene oğlum, bak kırdın kadının ortancasını, hemen al at çöpe görürse canımıza okur.
-Ne alakası var abi ya, ben mi kırdım, kendiliğinden büktü boynunu.
-Ya beyler, geçen okudum; ortancaların arasına oturanın hâyâl gücü gelişirmiş ama ortancaların mor renkte olması lazımmış. Mor hâyâl gücünü arttırırmış oğlum, valla bak.
Tatlı bir kahkaha koptu,
-Şşşşş, yavaş be, uyanacak şimdi. Uyanmadan çözmemiz lazım bu meseleyi.
Ümran Hanım, yattığı yerden oğullarının kahkahalarını duyunca içi huzurla doldu. Hasret kalmıştı yıllardır bu sese. Evde tek tahammül edebildiği ses oğullarının sesiydi. Bir de odun sobasının çıtırtısını severdi. Rahmetli Hasan Bey’le kahvelerini soba başında içer, sohbet ederlermiş. O günlerin anısına sobasından hiç vaz geçmedi. Limonluktaki divanından ve o büfede kimsenin görmeyeceğini bile bile sergilemekten keyif aldığı kristallerinden de.
-Şaka bir yana hepimizin işi gücü, eşi, çocuğu, yoğun bir hayatı var. Bakıcı ayarlamayı mı denesek?
-Aaaa, evet abi ya, aklınla bin yaşa, şükür para pul derdimiz yok, böleriz üçe, karşılarız tüm masrafları, hem sözlü iletişim demişti doktor, onu da halleder bakıcıyla.
-Oğlum, Türkmen kıza yaptıklarını unuttunuz herhalde. Kız parasını bile almadan ağlaya ağlaya kaçtı yahu, hatırlasanıza. Ben girmem o topa bir daha.
Neyse ki Ümran Hanım bunların hiçbirini duymadı. Öz oğullarının annelerini bir mesele ya da halledilmesi gereken bir iş gibi görmeleri içini acıtabilirdi. Hele Hasan Bey üç erkek evladın annelerine bakamadıklarını duysaydı, önce esip gürler sonra da bahçeye çıkar ortancalarının arasına oturup yakar sigarasını, hüzünlenir dururdu. Ümran Hanım derin bir nefes aldı
– Hasan Bey, dinle bak, yine kahkahaları geliyor oğullarımızın. Hem de senin bahçende. Sen hep derdin mor renk huzur verir diye. Hadi gel, biz de uyuyalım artık.
Ümran Hanım, tarifsiz bir keyif içinde tekrar başını yastığına koydu, hafifçe Hasan Bey’in yattığı tarafa doğru yan döndü ve huzur içinde kendini uykuya bıraktı.