Meydanda, belediyenin işlettiği kafede bahçede oturuyorum. Masamda mor bir sümbül duruyor.  Az önce çiçekçiye kırmızı bir gül almak maksadıyla girmişken, kokusuyla beni kendine hayran bırakan bu çiçekle çıktım. Sen renklerden en çok moru seversin bilirim, onun için pembe, beyaz, sarı değil mor olanını seçtim.’ Çiçekçiyi de görsen filozof sanırsın. “Bu koku ne güzel, hangi çiçekten?” dememle başladı anlatmaya. “Bitkiler de insanlar gibidir. İsimlerini ruhlarında taşırlar. Bakın mesela sümbül. İsminin anlamı; bağlılık ve sonsuz sevgidir. Kokusuyla çevresindeki böceği kendine çeker, aşkla bağlar. Böylece yaşamı için gerekli olan tozlaşmayı sağlar. Sen onun sadece görünüşündeki güzelliğe aldanma, asıl yaşama bağlanma gücüne bak derim.” Biliyor musun bir çiçek olsan, sümbül olurdun, kesin! Ben de aşkınla büyülenmiş, etrafında dolaşan kıyafetsiz bir böcek.

 

Her zamanki gibi, yine ben erken geldim. Yeni Cami’de inşaat devam ediyor. Çekiç sesleri çağlar öncesinde bestelenmiş bir senfoni gibi meydanda yankılanıyor. Güvercinler taşa değen demirin her güm sesiyle havalanıyor, kanat sesleri müziğe ritm katıyor. Sokakta havlayan köpekler, vapurların düdük sesleri, simitçinin bağırışı bu müziğin çağlar içinde yinelenen sesleri. Şimdi bunlara buluşma vaktimiz yaklaştıkça heyecanı bir depreme dönüşen kalbimin gümbürtüsünü de ekleniyor.

 

Maaşı almama daha bir hafta var. Son aylarda hiç bir şeye para yetiştiremiyorum. Bu şehirde bir bardak çay bile dünyanın parası olmuş. Seni beklerken masayı işgal etmenin bedeli olarak ödemek zorunda olduğum kefaret bir bardak çay. Kokusunu içime çekerek, yudum yudum içiyorum. Şanslıyım, demini iyi almış. Şimdi yanında bir de sıcak simit olsaydı. Yok, olmaz. Cebimde kalan parayı kafamdan tekrar hesaplıyorum. Sümbülü almasaydım belki simit alırdım. Elbette sana bir şeyler ısmarlatacak değilim ya. Ne istersen alacağım. Buranın fiyatları iyidir.

 

Bugün artık duygularımı içimde tutmayacağım. Kesin kararlıyım. Gerçi sen zeki kızsın, çoktan anladın belki de. Olsun ama adını koyalım istiyorum. Okul bitecek, part time staj dışında bir işim olacak. O zaman seni Hamdi’ye götüreceğim. Dur dur, sen kebap sevmezsin. O halde Pandeli’ye gideriz, dünyaca ünlü zeytinyağlılarından yeriz. İlklerim hep seninle olsun. Atatürk gidermiş oraya, çok severmiş. Sen de Atatürk’ü seversin. Birlikte gideriz işte ne güzel.  Mezun olayım… iyi bir iş… ama önce bugün sana açılayım. Göğsümü gere gere elini avuçlarımın içine alayım.

 

Eminönü’ne hiç sabah saatlerinde gelmedim mi ben? Oturup bir köşeden buranın koşuşturmacasını izlemedim mi? Tıpkı benim yüreğim gibi kıpır kıpır. Dakikalar geçtikçe daha da canlanıyor meydan. Sanki kalbimin ritmiyle yaşıyor. Kokular, renkler, çeşit çeşit insan ve sesler. Şu çiçekleri aldığım taraftan kafese kapatılmış bir Afrika papağını bağırıyor. Ne anlatıyordur kim bilir? Bence “yeniden özgür olacak mıyım?” diyordur. “Çok param olsa alırım seni arkadaş, sonra da götürüp bir ormana salıveririm. Afrika uzak, oralara götüremem ama ağacı bol bir yere bırakırım. Söz bak. A ha, bu masaya da yazıyorum. Aşık adam sözü.”

 

Bak sen şu güvercinlere. Nispet yapıyorlar garibime. Az önce caminin üstünden havalandıklarında düşünememiştim. Özgürlüklerini tutsak kuşun gözüne gözüne sokuyorlar. “Aşk da gönüllü bir tutsaklıktır papağan kardeş.” Boş ver sen güvercinleri.

 

Tam önümden bir kadın koşuyor. İttirdiği pusette yaşına girmemiş küçük bir bebek var. Kız mı erkek mi anlamıyorum. Sadece bulaşıcı neşe dolu  çocuk kahkahası duyuyorum. Bir sokak kedisini kovalıyorlar. Sonra yem yemek için caminin taş merdivenlerinden birine konan güvercinleri. Kadın da koşmaktan nefesi sıklaşmış olmasına aldırmadan çocuğuyla birlikte gülüyor. Nefes nefese bir mutluluk doluyor içime.

 

Saat on olduğunda üç dört polis motorlarıyla gelip yerleşiyor meydana. Umumi tuvaletlerle postaneye giden yolun arasında bir yere. Önlerine çıkanı durduruyorlar, kimlik kontrolü yapıyorlar. Yüzlerinde çok ciddi bir ifade. Bir polis neye göre seçer durdurup, kimlik soracağı insanı? Sarışın, esmer, kot pantolonlu, sakallı ya da dövmeli? Belki de öylesine yani rastgele. Ben geçsem önlerinden durdurmazlar. Ben polisin bile dikkatini çekmem.  Sen nasıl sevdin ki beni? Sevdin mi gerçekten?

 

“Bir çay daha alır mısınız?” Garson ne ara gelmiş yanıma, dikilmiş soruyor. Masayı tek çayla fazla işgal ettim. Mesaj veriyor.

 

“Birazdan, bir arkadaşımı…”

 

Sözümü tamamlayamadan telefon çalıyor. Garson gidiyor. Onun da belli ki pek umurunda değil cümlemin sonu. Senin sesin ince, hisli sesin duyuluyor:

 

“Rıza bugün buluşacaktık ya, gelemiyorum,” diyorsun.  “Kusura bakma ne olur, geç haber verdim. Sen gittin mi, Eminönü’nde misin yoksa? Ya… Keşke gitmeden arasaydın. Rıza ya sana bir şey diyeceğim. İçimde tutamıyorum. Bunu ilk sana diyorum bak. İçim içime sığmıyor. Sen en yakın arkadaşımsın hem, başka kime diyeceğim? Aşık oldum ben Rıza, aşık. Çok yeni ama seninle hemen tanıştıracağım. Bakalım sen nasıl bulacaksın onu? Yok bizim okuldan değil, Boğaziçili. Rıza kapatıyorum. Tekrar kusura bakma. En kısa zamanda bunu telafi edeceğim. Öptüm.”

 

Kalbim duruyor. Güvercinler bir bir gökyüzünden düşüyor. Pusetteki bebek annesi kayıplara karışıyor.  Meydan ıssızlaşıyor. Bir tek  papağının sesi yankılanıyor. Çığlığı gitgide hırpanileşiyor. Hayvanın canlı canlı kalbini söküyorlar. Kalkıyorum. Bekleyecek kimsem yok artık. Garson peşimden koşuyor.

 

“Beyfendi… beyfendi… çiceğinizi unuttunuz!”

 

Avucuma bırakıyor, küçük saksıda çiçeği. Mor sümbülün kokusu yeniden doluyor ciğerlerime. Tekrar nefes almaya başlıyorum. Ne yapabilirim ki, aşık olmuşsun. Ben de sümbülü yaşatırım sen diye.