“Cilt altındaki kılcal damarların hasar görmesi, kanın cilt altına sızması sonucu ortaya çıkan morluk, travmanın hemen ardından pembe ve kırmızı; sonraki gün ise kandaki oksijenin azalması ile koyu mor ve maviye döner” diye okuyor telefonundan çok bilmiş tavırlarla. O okuyarak bense yaşayarak biliyorum bu renklerin dönüşümünü.

“Yani senin dediğin gibi gözüme bir şey kaçtı da kapıya çarptım da falan filanla olmaz o iş. Senin o adamdan mutlaka ayrılman gerekiyor. Böyle gitmez.”

Bu akıl vermelere dayanamayacağım. Gülümsemeye çalışıp işime devam ediyorum. Ben de biliyorum böyle gitmeyeceğini ama ne yapmalı, elde avuçta yok, mesleksiz, bir başıma.

“Baksana ne biçim morartmış gözünü. Sen şimdi doktordan kâğıt falan da almamışsındır.”

Sus diyorum içimden sus, sus… Sen bu evde rahat otururken canı çıkan benim. N’olur sus.

“Sen bilirsin tabii. Senin ne yapman gerektiğini ben söyleyemem. Ama yazık işte, acıyorum. Gencecik kadınsın. Bula bula bunu mu buldun? Bir anlasam…”

Bezi biraz daha kuvvetli sıkıyorum. Camları daha hışımla siliyorum. Elim bir kaysa aslında her şey bitecek. Mor, kırmızı mavi hiçbiri kalmayacak. Benim bu pervazı sımsıkı tutmamı sağlayan ne? Allahtan korkmasam. Sadece bir saniyeliğine bıraksam.

On altısında evlendim ben. Cehennemimin kapılarını kendim açtım. Lisede okuyordum. Babam izin vermedi. Kaçtım evden. Zorla kabul ettirdim evliliği. Yaşam tozpembe iken mora dönmesi için evliliğimizin üzerinden sadece beş ay geçmesi gerekti. Bunları sana anlatsam, şu koltukta keyifle kahveni içerken anlatsam belki yine sayacaksın olması gerekenleri. On altısında evlendiğim için kınayacaksın beni. Kına tabii ben de kendime binlerce kez söyledim yaptığım hatayı.

“Bak şu dolabın arkasını da sil. Geçen hafta bırakmışın.”

Dolabı hırsla çekiyorum. Tavırlarıma pek aldırdığı yok. Bu zamanda benim gibi temizlik yapan mı kaldı? İçimdeki öfkeyi parkelere, camlara, dolaplara, büfelere kusuyorum. Onlar temizlendikçe sanki ben arınıyorum. Elimden gelen tek bu.

“Bak şu kadına, görüyor musun estetikle anca bu kadar düzeltmiş kendini. Üçüncü kocada, hepsinden de birer çocuk yaptı. Bunlar adamı susuz götürüp susuz getirir. Sen akıllılık yapmışsın çocuk doğurmamakla. En azından kafan orada çalışmış.”

Çocuk! Sanki ben istemedim. Hem de nasıl istedim… Gizlice gittiğim doktor, önce eşin gelsin erkeğin kontrolü çok daha kolay, dedi demesine de adamı nasıl göndereyim doktora. Galiba ilk tokat çocuk yüzünden geldi. Ne olmuştu, doktora gittiğimi mi söylemiştim yoksa ona doktora git mi demiştim. Şimdi düşünüyorum da nedenini bulamıyorum. Ama ne fark eder, yemeğin tuzu, sofranın geç kurulması, televizyonda oynayan dizi, duvardaki leke, bahane mi yok? İşinde ne yaşıyorsa akşam anlarım tavrından. İşi de ağır. O da ne yapsın? Her gün inşaatta bir aşağı bir yukarı. İnsan o kadar yorulur da dövecek gücü kendinde nasıl bulur ki? Bazen, arada yarım kilo baklava alıp gelirdi gönlümü almaya. En çok baklavayı severim. Baklavayı tersine çevirip yemeli. Tatlı kısmı damağına yapışmalı. Görünmeyen yerlerimde olurdu bu morluklar bu kez ayarlayamadı gözüme gözüme… Gözümü öyle görünce nasıl da korktu ama birilerine söyleyeceğim onu terk edeceğim diye. Kim var ki yanımda sığınabileceğim? Babam yüzüme bile bakmaz. Zavallı annem, onun gibi olmayacağım derdim, gece yatarken içerden ağlama sesi geldiğinde. Babam gündüz içer, geceleri taksiye çıkardı. Annem bir başına pencere önünde hem ağlar hem sigarasını tüttürür. Ne düşünürdü? Birbirimize teselli olamadık, olabilseydik. Anlat anne, deseydim içindeki tüm kırgınlıkları anlat ki yapışkanı olayım onların. O yaşta sadece ağlamasın diye dua ederdim. Sadece bir çocuktum. Şimdi hepsi için çok geç artık toprağın altından cevap veremez.

“Dalıp gittin bakıyorum. Şu banyo kapısının koluna dikkat et. Abin yaptırmadı hâlâ. İçerde falan kalma sakın. Ben çıkıyorum markete gidip geleceğim.  Bugün de elin ağır, hadi hayırlısı. Bak ciddiyim, bu adamdan ayrıl yoksa daha çok dalıp gidersin.”

Dalmak!.. Çocukken bir kere gitmiştik denize. Abim de ben de yüzme bilmiyorduk. Kıyıda koşup duruyorduk. Annemle babam kenarda oturmuş bizi izliyordu. Birbirleriyle pek konuşmazlardı. Şimdi düşünüyorum da gülümserken de pek görmedim onları. Gülmek ayıp kaçardı aralarında belki de. Bize bile gülmemeyi öğrettiler. En çok abimi severlerdi, bunu o çocuk halimle anlardım. Öyle kucağa almalar sarılmalar şeklinde değildi bu sevmeler. Bir bakış, yemeğin benden önce onun tabağına fazlasıyla konması, önce onun banyo yapması. O zaman pek umurumda değildi de o gittikten sonra… Abimin suya girdiğini duymamıştım bile. O çırpınmaları, babamın koşuşu aklımda hâlâ. İkisi de dalıp çıkıyordu. Sonra babamı çekti birileri, abim yoktu. Annemle babam ondan sonra mı değişmişti yoksa evlendiklerinden beri mi böyleydi? Sevgiyi dışarda arayan ben mi olmuştum? Ne fayda bu sorular. Arada abim gelir aklıma şimdi bu yaşında olacaktı şimdi askere gidecekti şimdi düğünü olacaktı. Ondan sonra annem konuşmayı azalttı, babam içkiyi çoğalttı. Şimdi bunlar neden aklıma üşüşüyor? Biraz hava almalıyım. Kapı… Kapı açılmıyor. Bağırsam sesimi duyan olur mu? Markete gideceğim demişti ya. Beklemekten başka çarem yok. Bekle bakalım Zeynep Hanım neyi bekliyorsan? Her şeyin iyileşmesini mi, güzel bir geleceği mi, Kocanın seni öldürmesini mi?  Burada bile kısılıp kalıverdim işte. Boğazımdan çekseler ellerini, içim geçiyor sanki. Şu küveti doldursam içinde kaybolsam. Deli deli düşünceler uçuşuyor aklımda. Her şeyi bir saniyede bitirebilmek mümkünken suya bıraksam kendimi, abim gibi uçup gidiversem.

“Zeynep, kızım neredesin ses versene. Banyoda kaldın değil mi? Abine kaç kere söyledim yaptır şunu bir gün biri içerde kalacak diye. Hay Allah kapının kolu dedim ama değil mi? Uyardım üstüne üstelik. Bekle açıyorum şimdi. Hay Allah ses de gelmiyor içerden… Hah tamam… Zeynep, Zeynep, Zeyneppp…”