“Akvaryum sever misin?”

Karim ¨evet¨ dercesine başını salladı. Gülümseyen dudaklarının köşelerine saklanmış koskoca bir hüzün yüzünün iki yanını sardı. Adam bunu görmedi, arkası dönüktü. Akvaryumun yanında duran büfenin önünde el yapımı olduğunu belli eden mavi renkli viski bardaklarına ikişer adet buz attı. Karim, adamın içkileri dolduruşunu dikkatlice izledi. İki bardağı da aynı şişeden doldurunca biraz rahatladı. Zaten bu nedenle ev sahibinin içtiğinden içmeyi tercih etmişti. Uyuşturucu ya da uyku ilacı gibi riskler ortadan kalkmış görünüyordu. Adam sol elindeki bardağı uzattı- solak olmalıydı. Saati pahalı gözüküyordu. Zarif hareketlerle koltuklardan birine oturdu. Sağ ayağını dizinin üzerine attı. Bez ayakkabıları hiç giyilmemiş hissi veriyordu. Bol paralı adamların özgüvenli hali vardı her halinde. Eliyle karşıdaki koltuğu gösterdi. Karim çekinerek ilişti deri koltuğa. Siyah deri, parlak ve kaygandı. Biraz geriye kaykılarak dengesini bulabildi Karim. Arkasına bir yastık almak istedi ama çekindi. Yeniden koltuğun ön kısmına çekti kendini, ilişircesine.

 

Adamın İngilizcesi çok iyiydi. Kendisinin lise düzeyindeki İngilizcesinden ve ağır Arap aksanından utandı. Uygulamadan yazışırken arada otomatik çeviri kullanarak idare etmişti ama adam nedense Türkçe konuşmamayı tercih ediyordu. Daha kısa cevaplar vermeye karar verdi. Uzun kirpiklerini yere indirdi. Yerdeki kilim modern bir tasarımdı. Böyle bir evde yaşamayı istedi. Temizlikçisi her gün geliyor olmalıydı. Cam sehpanın üzerinde tek bir toz yoktu. Adamın siyah camdaki yansımasından kendini izlediğini fark etti. Sessizce bekledi.

 

Adam gerçek adını sordu. Profilinde Nawal adını kullanıyordu. Arapçada armağan anlamına gelen bu ismi Kuveytli bir şarkıcıdan dolayı seçmişti.  Kadın adı olduğunu kimse anlamıyordu nasılsa. “Gerçek adım Nawal,” dedi.

 

Adama adını sormadı. Ev sahiplerine soru sormamayı öğreneli öyle çok olmuştu ki… Zaten kimse doğruyu söylemiyordu. İçkisinden bir yudum aldı. Yanık tahıl kokusu tanıdık geldi. Nişantaşı’ndaki bu eski apartmana girdiğinden beri ilk kez tanıdık bir şeyle karşılaşmak heyecanlandırdı Karim’i. Humus yakınlarında küçük bir köyde doğmuştu. Çocukluğunda hasadı bitirip de tarlada kalan sapları yakarken içtiği suyun tadına benziyordu. Yanan samanın dumanı, üzerlerindeki giysilere, yanlarında getirdikleri suya bile sinerdi. Eve dönünceye kadar her şey is kokardı. Büyük bir yudum aldı viskiden. Boğazı yandı. Bir yandan da içinde derinlerde bir yerlerde yanan yalnızlık ateşini daha güçlü bir yangınla bastırmak iyi geldi.

 

Adam cep telefonu çalınca içkisini alıp salonun diğer ucuna geçti. Onu salonda yalnız bırakmak istemediği sonucunu çıkardı Karim. Gizli kamera yoktu evde, rahatladı. Gözlerini yerden kaldırmadan konuşmalara kulak verdi.

 

Headhunter demiyelim, hanımefendi… Ben firma cerrahıyım… İşim teşhis ve tedavi… Genel müdür seviyesi altına bakmıyorum. Ofis numaramızdan ararsanız arkadaşlarım size yardımcı olurlar. İyi günler.”

 

Adam yerine oturdu. Sinirli ifadesi yerini yapay bir gülümsemeye bıraktı. “Hafta içi kaçamağı rahat olmuyor tabii.” Karim gülümseyerek cevap verdi. Adam evli olmalıydı. Etrafa bakındı ama adamın kendi fotoğraflarından başka resim göremedi.  Adam bardağını uzattı. “Hadi içelim açılalım.” Türkçe konuşması iyi geldi. Türkçe konuşmayı seviyordu Karim, bir sürü kelime Arapçadan türetilmişti. Onlardan biri olan “Sıhhatinize¨yi tercih etti, ‘h’ sesini genizden çıkarmamaya özen göstererek.

 

“Suriyeliye benzemiyorsun sen.”

 

Alışmıştı bunu duymaya. Beyaz teni ve yeşil gözleriyle Türklerin “Arap” tasavvurlarıyla çok örtüşmüyordu fiziği.  “Ben Çerkezim,” dedi Karim.

 

Adam, Suriye’de ya da Ürdün’deki Çerkez nüfustan haberdar değildi. Türklerin ‘Arap’ olarak adlandırdıkları halklara yönelik önyargılarına alışamıyordu bir türlü. Yine de susmayı çoktan öğrenmişti. Üç yüz lirayla hayalini kurduğu Şakira şalını alabilirdi.

 

“Benim dedeler de Selanik göçmeni.”

“Evet, sarışın görünce tahmin ettim.”

 

Karim Türklerin memleketleri hakkında konuşmaktan hoşlandıklarını öğrenmişti İstanbul’da geçirdiği iki yılda. Keyiflendi adam. Bir süre daha muhacir ailesinin kaç yılında geldiğinden, babaannesinin çektiği acılardan söz etti. Giderek o da İngilizceye Türkçe kelimeler ekliyordu.

 

Kendine bir içki daha doldurdu. Şişeyi büfenin üzerine bıraktı. Akvaryumun yanına geçti. “Akvaryum balıklarını tanır mısın?”

 

‘Başlıyoruz’ diye düşündü Karim. Adam kendisinden hoşlanmıştı. Belki bir yüzlük de eklerdi çıkarken. Yerinden kalktı. “Evet.”

 

“Hangi balığı en çok sevdin?”

 

“Şuradaki… Mor olan.” Kuyruğu tüllerden yapılmış gibi suyun içinde müthiş bir zarafetle dalgalanan balığı görünce büyülenmişti Karim. Kuyruk çok büyük ve gösterişliydi. Mor rengi ara ara pembelere çalıyor, fuşya pırıltılar yanıp sönüyordu.

 

Daha önce Lazkiye’de görmüştü böyle balıkları. Zaim’le yaptıkları kaçamakta. Savaş denilen bela hayatlarını alt üst etmeden önce. İlk aşkıydı Zaim… Otobüste dönerken el ele tutuşmuşlardı karanlıkta.

 

“Bence de en güzeli o” dedi Adam. “Mor Betta… Çok zor bulunuyor.”

 

Karim bu güzel balığın neden ayrı bir bölmede tutulduğuna anlam veremedi.

 

“Neden hapsettin onu?”

“Ha ha ha! Hapis değil. Koruma altında. O kadar güzel ki, diğer balıklar kuyruğunu parçalıyorlar.”

 

Bu duyguyu iyi biliyor Karim. Pinokyo Bar’da sahne alan ünlü zenne Zennube sadece konsa çıkmasına izin veriyor. Neyse ki, Garson Mert müşteri çıktığında masanın kenarında dans etmesine göz yumuyor- ne de olsa bahşişler ona. Bir gün o sahneye çıkacak Karim. Işıkların altında mor balık gibi zarif hareketler edecek. Düğünlerde oynayan Çerkez kızlar gibi yumuşacık onun dansı. Zennube gibi her zıpladığında sahneyi yerinden sallayarak yapılmıyor oryantal dans.

 

“İçeriye geçelim mi?” diye sordu adam. Kalan son yudumu da içti Karim, çakırkeyifliğin çatlağından ellerini uzatıyor on beş yaşında bir çocuk, gözleri çakmak çakmak.

 

Birkaç dakika sonra yataktaydılar. Yorganın altına saklandı Karim. Zengin evi kokusu diye bir şey olduğuna karar verdi bir kez daha. Zenginlerin evleri de kendileri de insan kokmuyor. Koltuk altlarını kokladı Karim. Açık parfümü bastırmaya yetmemişti Bağcılar-Kabataş tramvayının kalabalığının kokusunu. Yatağı kirletiyormuş gibi hissetti. İyice derdest etti gövdesini. Adam şefkatle sarılınca kendisine, rahatladı. İki yüz… Hatta beş yüz lirayla alacağı şalları düşündü. Neden olmasın, belki de sevgili oluruz.

 

Adam kulağını yalarken o kendini mor tüllü kıyafetiyle sahnede hayal etti.

 

Fonda Nawal çalıyor. Mikanak Mbyen… Yerin boş diyor Nawal… Sazların iç yakan ritmiyle göbeği müzikle birlikte dalgalanıyor, kolları kanatlanıyor. Balık gibi süzülüyor Karim. Yer çekimi yok. Uçuyor. Pinokyo Bar’da herkes büyülenmiş. Çıt çıkmıyor salonda. Mert bile gözünü ondan ayıramıyor.

 

Karim adamın hareketlerinin sertleşmeye başladığını fark etmedi.

 

Yerin boş bak içimde

 

Adam kulağına sadece Türkçe küfürler fısıldamaya başladığını da duymadı. Duyduğu Arapça bir melodiydi uzaktan gelen.

 

Aşkım, seni çok özlüyorum, bir ses ver

 

Yanardöner mor tülleri her bacak hareketinde uçuşuyor, arkasında mor ışıltılar bırakıyor. Ayağında dore topuklu ayakkabılar. Teni pahalı parfüm kokuyor.

 

Mutsuzluğumu geri gönder

 

Adam göğsünü sıktığında da orada değildi.

 

Bir haber gönder…  Kainatımı doldur varlığınla

 

Zaim’le birlikte Lazkiye’deler yeniden. El ele koşuyorlar Akdeniz’in maviliğinde. Karim’in elinde şeffaf bir torba var, ağzı düğümlü. İçinde havada asılı duran Mor Betta. Birazdan özgürlüğüne kavuşacağını bilir gibi, kuyruğunu kapatmış, sessizce bekliyor.

 

Gözlerimin içini doldur, bırak uçayım seninle

 

Mor balığı hapishanesinden çıkardı Karim, Çerkez bir dansçı yumuşaklığıyla suya bıraktı. Balık mor tülleriyle nazlı nazlı süzülürken özgürlüğe doğru, adam yüzüne bir tokat attı.