Babamlar geldi. Şaşkındım. Haftaya demiştik. Babam her zamanki gibi ciddi. Annem de biraz sıkkın. “Bir şey mi oldu?” Haber vermemişlerdi.
” Babanın işi çıktı, acele etti biraz. Bir hafta erken olsun dedi.”
Sonunda alıp gidiyorlardı seni. Ne yapacağımı bilemedim. “Neden söylemediniz? Hiç mi düşünmediniz beni?” Gözyaşlarım sel gibiydi. Annem her zaman yaptığı gibi beni alıp dışarıya çıkardı. Yürüdük, konuştuk, ağladım, ağladım. Ona doyamadan, büyüdüğünü göremeden, ne yediğini bilemeden, ilk kelimelerini duyamadan, işte gidiyordu benden. Ne kadar sürerdi ayrılık bilmiyordum. Öyle karar vermiştik. Ama bu hafta değildi. Bir hafta sonra olsaydı. Bu hafta olmasaydı. Bir hafta daha kalsaydı benimle. Biraz daha sarılsaydım, öpseydim. Ne olurdu, bir hafta daha.
Neyi değiştirecekti ki, yeniden gelirlerdi. Ben giderdim. Hem ne kadar kalmıştı ki bitmesine, bir yıl daha. Zorunlu hizmet. Neden benim başıma geldi. Bütün anneler doya doya bebeklerini koklarken benim suçum doktor olmak mıydı? Koca şehirde kimse bebek bakmıyordu. Sekreterim Satı efendinin kızı da ayda bir kez olan nöbetimde gece kalmak istemiyordu. El alem ne derdi. Zaten bebek bakmaya da alışık değildi.
Sonunda seni anneannenin yanına gönderiyorduk. İstanbul’a. Dünyanın öbür ucu değildi. Otobüse binip, gece koltuğumda uyumaya çalışıp, yan koltuğu da satın alıp- o sırada bunu yapabiliyordum- yanımda oturabilecek gevezelik ihtimali olan kişiyi yok etmiş olarak ve çantalarımı paltomu rahat rahat koyarak sekiz saatlik bir yolculuk yapmış olacaktım. Bu her hafta sonu ya da en geç iki haftada bir olacaktı. Baban askerden gelene kadar. Sonra da ayrılacaktık buradan.
Mecburi hizmetti. Haritada yerini bilmediğim, nasıl yaşayacağımı bilmediğim bir yerdi. Alışacaktım. Çiçekçi dükkânı yoktu. Ya da pasta. İstanbul’a pasta ısmarlardım. Halka, galeta, poğaça, ekmek fırınları vardı. Muhteşem bir doğası, şehrin ortasından akan bir deresi, kalesi, tarihi Osmanlı evleri, ormanları, baraj gölü vardı. Yaz ortasında şemsiye taşırdık. Demek burada böyle yaşayacaktım iki yıl. Plakalar İstanbul ve Ankara, okuma yazma oranı yüksek, nüfus otuz beş bin, dış göç veriyor. İnsanlar kaygısız. Ana caddesinde karşıdan karşıya geçen kadınların gelen arabayı görmezden gelerek aheste yürüyüşleri, tomruk kamyonlarının çekincesiz yol ortasından gitmesi, kural falan hak getire. Tüm alışkanlıkları rafa kaldırmam gereken bir yerdi.
Yine de hastane, muayenehane, ev arasında geçen günlerimde kurtarılmış bir alandı seninle geçen saatler. Henüz mama yiyordun. Ya da yemiyordun. Benimle inatlaşıyordun. Daha o zamandan. Çok da kötü değildi mamaların tadı aslında ama yemiyordun işte. O zamandan başlayarak uğraştırıyordun beni. Büyüdüğünde de patates kızartması pizza makarna rutininden seni çıkartabilmek için uğraşıyordum. İkimiz de pes etmiyorduk.
Bir şey değişmedi anne. Onlu yaşlarında dayanamayıp gözyaşları içinde seni arayıp “Torunun bir şey yemiyor” dediğimde sakince “bana çektirdiklerini çekiyorsun” demiştin. O kazandı. Şimdi koca bir adam olduğunda son derece sağlıklı ve güzel yemekler yediğini görmek iyi geliyor, imreniyorum bile. Mutfakla ilgisi yok ama et yapmak için termometresi bile var. Mükemmeliyetçiliğin dışavurumu.
O gün annemle babam seni götürmeye geldiklerinde hazır değildim. Seni göndermeye hazır değildim. Annem sana bakmak için benimle altı ay kalmıştı. Daha fazlasını isteyemezdim. Akşam yorgun argın gelip seni daha çok görmek ve yaşamak isterken gözlerin kapanmaya başlardı. Annem anlatıyordu. Bugün tencerelerle oynadı. “Açtiii- papattiii…” Yürütecinde dolaşıyor, her tarafa gidiyor, dolapları karıştırıyor. Annemi kıskanırdım seni benden çok görüyor diye. Bukleli kumral saçları ve gamzesi var. Benimle fazla ilgilenmiyor. “Anne baba atta dittiii.” Keşke hep yanında olabilseydim. O diplomayı yırtardım şimdi olsa. O yarım yamalak bebek konuşmasını kaydedebilseydim. O zamanlar cep telefonu falan yok. Fotoğrafların var, sende hepsi. İlk banyondan, sahilde kumlarda oynamana kadar. Folklor gösterilerinden diploma törenlerine. Hepsi var. Saçının bir buklesi var. Onu sana verdiğim deftere yapıştırmıştım. Bir de doğduğunda kim ne demiş, ilk dişin ne zaman çıkmış, hepsi var. O defteri hep sakladın, biliyorum. Hatta sana kavga dövüş İngilizce öğretmeye çalıştığım Peter Pim and Billy Ball kitaplarını bile saklamışsın. Çok duygulanmıştım gördüğümde.
Bir gün hastaneye ağır bir yanık vakası geldi. Bir bebek, koçan kadar. Acılar içinde. Hemşirem Esma ve ben ağlayarak yan odaya koştuk. Esma’nın çocuğu yoktu. Benim vardı ama hasretimdi. Birbirimizi anladık. İki yaralı kadın gözyaşlarımızı tutup çalışıyorduk. Her sabah bebeğimden, sevdiklerimden uzakta hastaneye giden on beş dakikalık yolda ağlayıp, gözümü silip aletleri olmayan muayene odamda en ilkel şekilde işimi yapmaya çalışıyordum. Yandaki tutuklu koğuşunun jandarmalarıyla izdihamın önlendiği göz polikliniğinde. Alet yok. Eski ameliyat aletlerini toplayıp hemşiremi yetiştirip ameliyatlara başlamıştım. Öyle ya, kendi başına bir kliniği idare edebilir yazıyor uzmanlık diplomasında. Gerisi yok.
Sonra alışmaya çalıştım yokluğuna. Çok zordu. Sen anneannenle, dedenle teyzenle çok mutluydun. Sana özel yapılan güzel yemekler, teyzenle yaptığın yaramazlıklar, yarışmalar, yemek yedirme kandırmacaları, dedenle balığa çıkmak, onun bize bile elletmediği tüm kitaplarını karıştırmak şimdi bakınca ne kadar güzelmiş. Onlar doya doya torun sevdiler. Bana hasret çekmek kaldı. Tüm bir haftanın yorgunluğunu unutup sana, aileme koşmak kaldı. Beynimde güzel anılar biriktirip, onları yanıma alıp başka bir şehre dönmek kaldı.
O kadar unutmaya çalışmışım ki yaşadıklarımı, bölük pörçük canlanıyor aklımda. Giysilerini, oyuncaklarını toplamıştık. Babam bir paket gibi seni alıp bana fazla aldırmadan çıkıp gitmişti. Boş evde bana kalan bir beşikti. Yattığım odanın bitişiğindeki odada bir beşik, üzerinde de bir tül. O odaya hiç girmek istemedim senden sonra. Sensiz bir anlamı yoktu ki. Bir gün, aradığım bir şey vardı sanırım, oraya da bakmak istedim. Sonra beşiği gördüm. Sen yoktun içinde. Her geldiğimde parmaklıklara tutunup kalkar, oynamak isterdin. Gülen yüzün, gamzen şimdi yoktu. Bana bakan gözlerin, minik yumuk ellerin yoktu. Nasıl bir annelikti bu. Böyle mi olmalıydı. Bu kadar mı aileler parçalanmalıydı. Bu kadar mı susmalı, bu kadar mı acı biriktirmeliydi. O anda bentleri aşan çağlayanlar gibi patladı her şey. Hıçkırıklarım dinmiyordu. Yalnızlık, çaresizlik, isyan… İnsan çok ağlarsa gözyaşları bitermiş. Şimdi kendi ülkemde ve dünyada olan bitene baktıkça artık ağlayamıyorum. Artık kendimi bir şeylere feda edemiyorum. O kadar büyük bir kara delik var ki dolmuyor, dolamaz. Yattığın odanın kapısı o evden ayrılana kadar kapalı kaldı. Beşiği de verdim gitti.
Sonra gitmeler, gelmeler, hastalar, ameliyatlar, yaşam. Ilgaz dağlarında kuyu kebapları, Abana’da tatiller, Tosya’nın Boyabat’ın pirinci, tek tük yakın arkadaşlar, baraj yolunda sessizce araba kullanmak, düşünmek, bürokrat başhekimler, hastalar, hastalar… Yaşam.
Sanırım seni götürdüklerinden bir ay sonraydı. Evi toparlıyordum. Camlar da silinmek isterdi. Ha gayret. Belki bir tatil günüydü. Bilemedim. Camdaki o küçük el izini o zaman gördüm. O iz büyüdü, büyüdü, benimle bütünleşti, beni sardı, avuttu. Sanki kucağımdaydın. Hiç unutmuyorum. Beni yine kalbimden vuran, yine paramparça eden, suskunluğumu, içimde biriktirdiklerimi bir okyanus dalgası gibi yıkıp götüren o küçücük izi…
O iz kendiliğinden silinene kadar durdu orada. Ben seni özledikçe o camın önüne geldim, o izi öpmeye bile kıyamadım kaybolur diye. Orada durup hayal kurdum, sen oradaymışsın gibi seninle konuştum, gülümsemen bana geldi, anne derken sesini duydum. Sonra artık takvime koyduğum çentikler azalmaya başladı, sen birazcık daha büyüdün. Büyüyen bendim aslında.