Ne kadar iç içe geçen adeta bir olmuş iki anlam, değil mi? Ana rahmine düştüğümüz an itibariyle ilk yaptığımız şey beklemek; doğmayı, büyümeyi, yürümeyi, konuşmayı, sonra olmayı, tamamlanmayı… Bunlar bilerek yaptıklarımız değil; bir süreç…

Bir de bile isteye maruz kaldığımız süreçler var ki ne diyor “beklemek” için sözlük: “Bir iş oluncaya, biri gelinceye değin bir yerde kalmak, durmak, süre tanımak”. Duruma göre kimimiz sabırla ya da sabırsızlıkla beklerken, kimimiz dua eder, meditasyon yapar, evrene mesaj yollar, kimimizse var gücüyle beklediğine kavuşmak ya da elde etmek için çaba harcar. İçinde ihtimaller, en çok da umut barındırır beklemek. 

En uzun günler, geceler beklerken geçirdiklerimizdir. Sonunda kavuşmak, iyileşmek, büyümek, bebeğini kucağına almak, mezun olmak, anlaşılmak, tezkere vakti gibi bekleyişler, oyalanışlar… Kimi hüsranla biter kimi mutlu sonla… Her iki durumda da yeni bekleyişlere yelken açarız. Sağlığımıza kavuşur kavuşmaz seyahat planlarımızın gerçekleşmesini bekleriz. Çocuğumuzu kucağımıza alır, ah bir dişi çıksa derken bir de bakarız evlenip barklansa da torunumu kucağıma alsam demeye başlamışız. Askerden geliriz, sevdiğimizle evlenmek için gün sayarız. Bu bitip tükenmez bekleyişler sırasında hele ki hızından başımızın döndüğü zamanımızda çoğu kez unuttuğumuz bir gerçek vardır: Hepimizi doğduğumuz andan itibaren nerede, ne zaman, nasıl yakalayacağı belli olmayan “mutlak son”… Kara mizah gibidir…

Her bekleyiş mantıklı olmak zorunda mıdır?  Maya takvimine göre 2012 yılı Aralık ayında kıyamet kopacaktı. Sadece Türkiye’nin  İzmir yöresindeki Şirince ile Fransa’nın Aude bölgesindeki Bugarach köylerinde bulunanlar sağ kalacaktı. Bu inançla milyonlarca insan buralara akın etti. Kimi  merakla kimi inanarak bekledi. Sonuçta takvim tutmadı ve kapasitesinin üstünde misafir ağırlayan bu iki köy, bütün dünyanın ilgisini çekerek turizm açısından kârlı bir yılı geride bıraktılar.

Bazen de Samuel Beckett’in ünlü oyunu Godot’yu Beklerken’in kahramanları gibi ne ya da kim olduğunu bilmeden beklediğimiz de olur. Bekleyişler sonunda hayatı ıskalama, içinde bulunduğumuz anı pas geçme ihtimali de yüksektir. Hele bir de beklediğimize değmezse, boşa gitmiş yıllar kalır bir tek elimizde. Tersi durumdaysa değmeyin keyfimize elbette…

Aklıma şu soru takılır hep: Beklediğimiz iyi ya da kötü son mu, yoksa beklemediğimiz iyi ya da kötü son mu, daha heyecan verici ya da üzücüdür? Bu soruya herkesin cevabı değişir. Bana göre beklemediğim iyi şeyler daha heyecanlı, beklemediğim kötü şeylerse daha üzücüdür. İçine hapsolduğumuz şu salgın günlerinde ortak beklentimiz kötü günlerin sona ermesi, “normal” yaşantımıza geri dönmek, değil mi? Hiç beklemediğimiz anda başladığı gibi bitse hepimiz sevinçten havalara uçarız.

Veya güzel sürprizler… Bundan iki yıl önce çok sevdiğim bir arkadaşım bana bir  saksı mum çiçeği hediye etmişti. Sık seyahat ettiğim için sadece kaktüslerle aram iyidir. Balkonumun en güzel  yerinde o çok sevdiğim kaktüslerime arkadaş ettim onu da. Yazlığa giderken yanıma almayı planlayıp unutunca vicdan azabıyla geçirdim o iki ayı. Kaktüsler alışıktı, dayanıklıydı ama ya mum çiçeği? Kesin dayanamaz, solar giderdi ben dönene kadar. Neyse ki öyle olmadı, döndüğümde kaktüslerle mum çiçeğini sarmaş dolaş ve son derece sağlıklı buldum. Yalnız, hâlâ biraz kırgın sanırım, bugün iki metreye yaklaştı boyu ama çiçek açmıyor bir türlü; sabırla bekliyorum.

Beklemediğimiz anda gelen iyilikler, güzellikler, sürprizler hayatımızdan hiç eksik olmasın…

Bu sayımıza yazarlarımız: Arif Kamil Olgun, Aylin Tamakan, Canan Kuzuloğlu, Nurdan Atay, Nezir Suyugül, Hediye Gasımova Nar, Sultan Deliklitaş ve konuk yazarlarımız:  Bahar Uysal Karakuş, Ebuzer Kalender, Naciye Kavas, Nazlı Akın, Mercan Alper, Sülbiye Yıldırım katkıda bulundular. Kendilerine teşekkür eder, keyifli okumalar dilerim.