Merhaba Dilek hanım hoş geldiniz. Öncelikle sizi kutlamak istiyorum. İlk öykü kitabınız “Tatlı Bir Şey Yok mu?” okurları tarafından çok sevildi. Bize kısaca kendinizden, kitabın oluşum sürecinden ve ilk kitap heyecanından bahseder misiniz?

D.K. Öncelikle böyle bir söyleşiye davet ettiğiniz için ben teşekkür ederim. Yaklaşık 2014 yılından bu tarafa öykü yazıyor, öykü okuyor, öykü çalışıyor ve öyküyle yaşıyorum diyebilirim. Bu tarihten önce, kendimce çok okuyan biri olmama rağmen okuduklarım ağırlıklı edebiyat dışıydı. 2014 yılında ilk kez sevgili Haydar Ergülen’in Gümüşlük Akademisi’nde verdiği ‘yaratıcı yazarlık’ atölyesine katılmamla birlikte okuma tarzım ve yaşamım da değişti diyebilirim. Sonrasında uzun bir atölyeler dönemim oldu. Sevgili Nalan Barbarosoğlu, Murat Gülsoy, Faruk Duman, beş yıldan fazla atölyesine devam ettiğim ve hâlâ fikirlerine başvurduğum, danıştığım sevgili Semih Gümüş Hoca’m ve en son yine çok şey danışıp konuştuğum sevgili Ethem Baran Hoca’mın düzenlediği atölyelere katıldım. Her biri bana ayrı dünyaların kapılarını açtı diyebilirim. Edebiyat adına ne öğrendiysem onlardan ve onların işaret ettiği kitaplardan öğrendim. Hâlâ onların öğrencisi olarak görüyorum kendimi. Bu anlamda çok şanslıyım diyebilirim. Kitabı çıkarma sürecimse o kadar şanslı olmadı. Birçok yayınevinden ret aldım. Yılmadım, devam ettim. İki yıla yakın yorucu bir sürecin sonundaysa birkaç ‘evet’ peş peşe geldi diyebilirim. Edisyon Kitabevi, kitabın yayım aşamasında bir yayınevinden çok daha fazlasıydı benim için; hem nezaket, yardımseverlik hem profesyonel anlamda. Bugün iyi ki, yola onlarla çıkmışım, diyorum. Onların kitabıma inanıp desteklemeleri bana, yayımlanan bu ilk dosyamla ‘Sabahattin Kudret Aksal Yazın Ödülü’nde Özendirme (İkincilik) ödülüne değer görülme, ‘Türkan Saylan Ödülleri’nde ise kısa listeye kalabilme başarısını getirdi.

 

Kiltablet Öykü Fanzin’e geçmişte öyküsüyle konuk olan yazarlardan birisiniz. Kiltablet’e öykü göndermiş yazarların kitapları üzerine sohbet etmek bizi ayrıca mutlu ediyor. Bildiğiniz gibi her ay farklı bir tema üzerine öyküler topluyor ve yayınlıyoruz. Bu ay “aşk” ı işliyoruz ve kitabınıza adına veren “Tatlı Bir Şey Yok mu? öyküsü de Nazmiye Hanım ve Hikmet Bey’in köy enstitüsünde başlayan aşklarını konu alıyor. Bu öyküden yola çıkarak hikâyedeki iki kahraman üzerinden sorayım: Sizce aşk nasıl bir yolculuktur?

D.K. Öykünün kahramanları Nazmiye Hanım ve Hikmet Bey her şeyin ötesinde çok iyi dost olmayı başarmış bir çift, birbirlerini tamamlıyorlar. Gerek kültür boyutunda birlikte okuyup yazmış, gerekse hayatın her türlü getirisini birlikte sırtlamışlar, yıllar yılı. Eğer yirmili, otuzlu, hatta kırklı yaşlarımda bana bu soru sorulsaydı, insanın bedenini, ruhunu şiddetle sarsan, ne kendi olmasına izin, ne kendisini sorgulamasına olanak veren, çok yıkıcı, yakıcı bir tutku derdim. Bugün öyle değil. Artık aşktan anladığım çok ama çok derin bir dostluk ve onun beraberinde getirdiği sevgi. Aşk size değişme, yükselme, gelişme olanağı vermiyor, potansiyelinizi desteklemiyor ve sizi tutsak ediyorsa, coşkuyla başlayan o şey, yıkıcılıkla bitiyor. İnsan bedeni, ruhu, zihni değiştikçe, belki yaşlandıkça, aşktan anladığı da değişiyor. Bence asıl olan, iki insanın farklı anlamlar yükleseler, aldıkları tat farklı olsa bile yine de aynı yolu birlikte yürüyebilmeleri ve bunun için çaba göstermeleri diye düşünüyorum.

 

Kitabınızda on dört öykü yer alıyor. Kadınların toplumda varoluş sorunlarına odaklandığınız öykülerinizin çoğunda can acıtan durumları işliyorsunuz. Öyle hikâyeler var ki insan okurken bile dayanacak gücü bulamıyor. Ancak kitabın geneline baktığımızda hissettiğimiz şey kadının gücü, direnişçi yapısı ve pes etmemesi. Üstelik hep bir umut var öykülerinizde. Bu konuda neler söylemek istersiniz?

D.K. Kendi adıma edebiyatın doğası gereği kendiliğinden umut ürettiğini düşünüyorum. Birtakım gerçekleri, sorunları kurgunun içinde edebiyat yoluyla geniş kitlelere duyurmanız mümkün. Aynı zamanda oralardan çıkış yollarını ya da umudu da aynı kurguların içinde bulmanız mümkün. (Tabii edebiyatın yalnızca bunun için yapılamayacağını ayrı bir yere koyarak.) Bence gerek edebiyat gerekse tüm güzel sanatlar doğası gereği içinde umut barındırıyor. Öyle olmalı, yoksa hiçbiri yapılamazdı. Dünya kuruldu kurulalı ne felaketler, savaşlar gördü. Edebiyatta umut olmasaydı o büyük felaketlerden sonra sanat adına yeni bir eser üretilemezdi. Ülkemize ve kadına dönersek, ben bu ülkede en çok kadının gücüne, kadın hareketine inanıyorum. Şartlar ne olursa olsun kadınlar gerek sporda gerek iş hayatında, bilimde, her mecrada varlar ve çok başarılılar. Kadınlar, kendi haklarını, doğayı, çocukları, hayvanları korumak için hep aktif, hep ayakta, hep direniyor. Bunun en güzel örneği de çok yakında Kadın Milli Voleybol Takımımızın kazandığı CEV Avrupa kupası olmalı.

 

Kitabın açılış öyküsü “Yüksek Giriş” günümüzde azınlık olarak ifade ettiğimiz ama İstanbul’un geçmişi olan iki ihtiyarın ve onları merakla izleyen genç bir kadının hikâyesi. Bu öykünün kurgusu yazmaya çalışan herkesin ilgisini çekecek nitelikte çünkü bir yazarın çokça yaptığı şeyleri içeriyor; gözlemlemek, merak etmek ve kendi hayal dünyasında kurgulamak. Peki bir öykücü olarak siz nasıl yazarsınız? İlk harekete geçiren bir imge mi olur yoksa bir fikir mi?

D.K. Her şeyden önce gözlem yapmayı çok severim. Çocukluğumdan beri önceleri bilinçsiz sonra farkındalıkla yaptığım bir şey bu. Kafamda öykü fikrini doğuran bazen imge bazen fikir; başa baş diyebilirim. Eğer bir fikir doğmuşsa kafamda ona göre farklı semtlere, farklı mekanlara gidip gözlem yaparım. Peşine düştüğüm bir imgeyse ve üzerinde düşünürken gözlem yaparak geliştirebileceğim bir şeyse yine gözlem, değilse araştırma yaparım.

 

“Boşluklar Olmalı” öykünüzde bu defa bir erkeğe hak veriyoruz. İkili ilişkilerin belki de en büyük sorunu karşısındakine bir alan bırakmıyor oluşu. İkili ilişkilerde kadınlar daha mı kontrolcü sizce?

D.K. Bu konudaki fikirlerim yalnızca kendi gözlemim ve şahsi tanıklıklarımla sınırlı. Bu yüzden net bir ayrım yapamıyorum. Farklı kültürlerde, farklı sosyoekonomik çevrelerde yetişmeye, eğitim durumuna göre değişebiliyor bu ama, çok şaşırdığım çok iyi eğitimli kadın ve erkeklerde de gördüm bunu. Biri diğerini yaka çiçeği gibi yanından ayırmak istemiyor ve hep gözünün önünde olmasını istiyorsa, kısıtlıyorsa orada bir sorun vardır. Hatta gerekli olup olmadığına bakılmaksızın tıka basa eşyayla, aksesuarla doldurulmuş evler hep bir sorun olduğunu düşündürür bana.

 

Kitabınızdaki en dikkat çekici öykülerden biri de “Henüz Yazılmamış Bir Hikâyenin Kurgusu”. Öykülerin yaşı var mıdır diye düşündürüyor insana. Çünkü bu öyküyü tam anlamıyla kavramak için ellili yaşlarda olmak lazım. Gençler kömürlükten kömür taşımayı, iyi ev sahibi olmak için kapı girişine ilişen anneyi ya da kaş göz hareketleriyle direktif almayı bilmezler. Bizlerse bunlarla büyüdük. Öykünün kurgusu da dikkat çekici. Kahramanımız “Bir Gün Tek Başına” romanını okurken bir yandan da kendi hikâyesini yazmayı düşünüyor. Ancak yaşadığı şeyler başlı başına korkunç bir hikâyeye dönüşüyor zaten. Bu öyküde işlenen toplumsal sorunları düşündüğümüzde sizce ne kadar yol aldık? Aile hâlâ iletişimsiz mi? Kimin ne dediğini başımıza gelen şeylerden daha çok önemsemeye devam mı ediyoruz? Kız çocukları yine sessiz kalmayı mı seçiyor?

D.K. Çok haklısınız, bizim gençlik dönemimizde geçen bir öykü o, ama bugünün gençlerine o dönem hakkında bir fikir verebileceğini düşündüm. Bir zamanlar, sobalar, kömür taşımalar, kimin gidip odun, kömür taşıyacağına dair kardeşler arasında sürekli kavga edilen bodrumlar, çocuklarına karşı ilgisi yalnızca onları doyurmaktan ibaret babalar, kocalarının arkasına saklanan anneler vardı. Bugün bodrumlar yok belki ama, yine o anneler, babalar, komşular var. Belki biraz daha şekil, şart değişti, ama yine varlar. Toplumun azımsanamayacak bir kesiminin hele de bugünün zorlu ekonomik koşullarında, çocuklarını anlamaktan, onların hayallerini beslemekten, gerçek anlamda onlara rehberlik etmekten ve hatta koruyup kollamaktan uzak olduğunu düşünüyorum. “El âlem ne der” baskısıyla çoğu taciz saklanıyor, üstü örtülüyor. Yalnızca sosyal medyaya yansımış ve büyük tepki görmüş olaylar mağdur adına daha iyi sonuçlanıyor. Onların da sayısı yine el âlem mafyası nedeniyle çok az. Maalesef bu konudaki haberleri takip edebilmek bile çok güç ve moral bozucu. Cezasızlık ya da çok az cezayla cesaretlendirilen kitleler çocuklar ve ergenler için büyük tehlike. Üstelik çoğu zaman tacizcilerin yakın aile üyeleri içinden çıkması daha büyük bir tehlike. Nerede olursa olsun, ister evde ister okulda, bir çocuk hep sessiz kalmayı seçiyor, konuşmuyorsa, ailesinden, evinden neşeyle bahsetmiyorsa orada bir sorun vardır.

 

“Yatılı” can acıtan öykülerinizden biri. Tüm yaşadıklarına rağmen Suna’nın direnişçi ruhuna hayran kalmamak mümkün değil. Öykünüz “Hacer’in anısına” diye başlıyor. Eğer çok özel değilse kimdir Hacer, bu öykü neden ona ithaf edildi? Ve bu öyküyü yazmak zor muydu? 

D.K. Suna’nın direnişi aslında edebiyatın en umutsuz durumda bile umut barındırdığına bir örnek diyebilirim. Bu öyküyü yazmak gerçekten zor oldu, molalar vererek bir süre uzaklaşarak tamamladım. Taciz konusu ne yazık ki, aile, akraba içinde yaşanıyorsa bütünüyle hasır altı ediliyor ve hatta devamına göz yumuluyor. Bu yalnızca bize özgü bir durum da değil, bütün dünyada maalesef bu konuda artan bir ivme var. Hacer, yatılı okul döneminden tanıdığım bir arkadaşımdı. Benzeri olmasa da çok daha vahim şeyler yaşamıştı. Öyküsü bende saklı. Bugün hayatta değil maalesef. Bu öyküyü onun anısına, dile getiremediği hikâyesine ses olmak için yazdım.

Sayımızın temasına dönersek, aşk kelimesi size neleri çağrıştırıyor?

D.K. Aşk sözcüğünün bende ilk çağrıştırdığı şey, belki harflerin tınısından olsa gerek, neşe. Sonra keyif, eğlence, macera. Kurallarının ne olduğunu bilmediğiniz, ama yine de kuralları çiğnerseniz saha dışına çıkarılacağınızı bildiğiniz bir oyuna gönüllü girmek gibi. Bilerek delirme hâli. Bunlardan daha fazla bir anlam yüklemiyorum artık aşka. Ben dostluğa inanıyorum çok uzun bir süredir. Ama tabii insanın yaptığı işe, aşa, dostluklarına, yaşayışına aşk katması başka bir boyut.

 

Son olarak yazar Dilek Karaaslan bu aralar neler okuyor?

D.K. Bu ay okuduğum son beş kitabı söyleyebilirim. Aynı anda üç, dört kitabı günün farklı saatleri ya da haftanın farklı günlerinde okuyarak bitirebiliyorum. Bu en sevdiğim okuma tarzı. Dido Sotiriyu’nun Benden Selam Söyle Anadolu’ya, Semih Gümüş’ün Yaşadıklarım Belleğimde Uğulduyor, Başak Baysallı’nın Fresko Apartmanı, Ethem Baran’ın Zira’sı, Bilge Karasu’nun Kılavuz’u.

 

Öykülerinizin çok sayıda öyküseverle buluşmasını diliyor, davetimizi kırmayıp söyleşimize konuk olduğunuz için teşekkür ediyoruz. 

D.K. Hem söyleşi hem bu incelikli sorular için ben teşekkür ederim.