Ve sonunda insan bütün sisini kustu sokaklara, en bulanık ruhların yaşadığı yerlerdi en sisli yerler… Gecenin yarısında, meydanın orta yerinden görünmüyordu sokak lambalarının tepeleri.Şehrin bütün ışıkları can çekişiyordu bulutların arasında ve insanların yüzüne vuruyordu ayıplarını duman.
Önünü görüyor olmanın küstahlığını yollara koymuş adam, önünü göremiyor olmanın temkini ve belki de eve hiç varamayacak olmanın ürkekliğiyle yürüyordu bu kez sokaklarda. Duman adamın bütün günahlarını yüzüne vurmuş, yüzü gökyüzüne kusmuştu bu günahları. Adamın günahlarından görünmüyordu yol, günah dumanla öcünü alıyordu, adam on metre ötede kendisini neyin beklediğini bilmediği bir yolu yürümek zorundaydı, caddeler soğuk, yüzler ölümü ürkütmekte ve şehir bu dumanla alıyordu öcünü herkesten.
Şehir o cümlenin kurulmasıyla intihar etmişti… Aslında insanlık tarihi boyunca elden ele gezmiş bütün yazıtlarda ya da dilden dile dolaşmış bütün destanlarda ve uyku sayıklamalarında binası malum on binlercesi kuruldu sanılan o cümle yazılırken güvercinler hesaba katılmamıştı. Kâğıt bu sırrı taşımaktan yorulup kalemin boğazına yapışmış, mürekkep akmamak için buz tutmuş, gözlere duman inmiş ve ışıkların önüne geçmişti sis gözleri perdelemek için. Cümle yazılır yazılmaz güvercinler çıkabildikleri kadar yükseğe çıkıp kendilerini boşluğa bıraktılar. Sır akıldan kağıda ve kaleme bulaşmıştı bir kere. Gün bugündü… Şehir intihar ediyordu.
Şehrin can verdiği, ruhunun içinden çıkıp gittiği gündü o gün… Koca bir şehir can verdi ve ruhu gezindi sokaklarda, meydanlarda ve bulvarlarda. Gözün gözü göremediği değildi asıl mesele gözün göze bakamadığı o hicaptı ve şehir en çok bu hicaptan bıraktı ruhunu caddelerine.
Sabah uyandığında ne Boğaz’ın suları çekilmişti ne de evler yıkılmıştı üst üste. Her şey yerli yerinde duruyordu ama bir farkla. İnsanlar birbirinin gözünün içine bakarak yürüyordu caddelerde, tehditle ve cüretle. Herkes suskun ve herkes korkuyla saklıyordu şehrin dün sokaklara ruhunu bıraktığını, sanki dün hiçbir güvercin ölmemiş gibi caddeler güvercin cesetlerinden de arındırılmıştı sabaha kadar. Bir şehir intihar etmiş ve herkes katili arıyordu birbirinin gözünde.
Neyse ki batakhaneler duruyordu oldukları yerde, yüzleri kirli de olsa fahişeler geziniyordu odalarında. Kirli çarşafların üst üste misafir ettiği şehvet, kendini hiç bu kadar açık etmeyi hayal edememişti. Bütün kötü ruhların böylesine pervasızca gezebildiği başka bir gün yaşanmamıştı şehirde.
Binlerce yıldır saklanan o sırrı zihinden kağıda döken ellere beddualar edildi gece boyu. Elleri kurudu şehrin. Bir çift el için milyonlarca el feda edildi kasap tezgahlarında. Elleri kesik bedenler bilmedikleri sırrın lanetinin bedelini ödemeye çalıştı.
Şehirse kendinden emin, gece sis bulutunun içinde hiçbir güvercin intihar etmemiş, şehre lanet yağmamış, şehirdeki tüm kağıtlar sır üzerlerine yazılır korkusuyla kendilerini yakmamış gibi kendinden emindi.
Gün o gündü… Kağıda dökülen sırrı görme korkusu sardı sonra şehri. Önce meczuplar, sonra büyücüler, sonra şifacılar ve sonra kalbi açıklar korkularından gözlerine mil çekti. Körler ordusuna katılamayan korkaklar, sır okunur korkusuyla kendilerini sağır edecek çığlığı haykırmak üzere meydanlarda toplandı. Sağırların körlerin günüydü o gün. Gün o gündü… Elleri bileklerinden kesik milyonlar, gözlerine mil çeken yüzbinler ve kulaklarını sağır etmiş on binler toplandı meydanlarda.. Herkes sırrı yazmadıklarını, görmediklerini ve duymadıklarını göstermek için korkuyla birbirini kollayarak lanetin kendilerini bulmamasını umuyordu.
Kimsenin cesareti yoktu güvercinlerin intiharından bahsetmeye. Korku şehrin tüm çeliğini eritecek bir mukavemetteydi. Kiremitler kasvetle titriyordu çatılarda. Bir rüzgar esse hepsi hep bir ağızdan laneti haykıracak ve o gürültünün arasında kendi suçlarını gizleyebileceklerini düşünüyordu. Kaldırım taşlarının her biri üstüne lanetli ayaklardan buluşan kötülük karşısında çaresiz, birbirlerine tutunmaya çalışıyordu. Kimsenin sırrın açıklandığını söylemeye cesareti yoktu. Herkes içindeki laneti ciğerlerine hapsetmiş, ya bir tufanın çıkıp içlerindekini alıp götürmesini ya da başka bir felaketin eşiklerine dayanıp hepsini yok etmesini umuyordu.
Günün sonunu bekledi bazıları. Onlara göre gün batınca karanlıkta gelecekti sonları. Ölü şehrin ruhu karanlıkta çekilecekti arşa. Kabz edilmiş milyonlarca ruh son bir umutla karanlığın kendileriyle beraber şehrin ruhunu da sürükleyip götüreceğini hayal ediyordu.
Beklenen olmadı… Gece ne bir çığlık duyuldu şehrin ağıtı sanılacak ne de beklenen tufan gelmedi. Yaprak kıpırdamıyor, binalar birbirlerine önce hangimiz yıkılacak edasıyla merakla bakıyordu. Tek bir ses, tek bir kıvılcım yetecekti her şeyi yakıp yıkmaya. Kimse vereceği hesaptan kurtulamadı.
Bebekler uyumadı o gece. Annelerin sütü gelmedi. Baykuşlar sustu. Bütün lanetlileri tek bir solukta kendisiyle beraber sürükleyecek ruh kendi başına terk etti caddeleri. Yanına alıp götürdüğü güvercinlerin ruhlarından başkası değildi.
Ruhu çekilmiş şehirde sabah oldu…
Eller kesilmiş, gözlere mil çekilmiş, kulaklar sağır edilmişti ama kimsenin umrunda değildi. Artık günahları sayılmayacaktı kimsenin. Kapılar kapanmış ve lanet şehrin tüm kanalizasyonlarına hakim olmuştu. Artık kıyamete kadar ölen de doğan da lanetliydi o şehirde. Kimse sırrın yazılı olduğu pusulayı aramaya memur olmadı. Kimse ellerini kesen meczupların hikayesini yazmadı. Sağırların hikayesini anlatmaya kalkmadı. Gözlerine mil çektiren zavallıların çabasından bahsetmek istemedi. O günden sonra şehrin semalarında tek bir güvercin görülmedi. O kadar ki yıllar sonra neden bu şehrin böylesine huzursuz olduğuna dair bir açıklama aranırken o günden bahsedecek tek bir hikayeci bile bulunamadı şehirde.
Binalar, kaldırım taşları, sokak lambaları ve meydanlar sonsuza kadar sustu. Artık bu ağırlığa dayanamayan tek tük birkaç kuş kendini boşluğa bırakıp o günün izlerine işaret etmeye çalışsa da artık lanet Boğaz’ın sularına çoktan karışmış, bütün kıyıları sarmış ve o güne şahit olan hiç kimseyi bırakmamıştı ardında. Hepsi eceliyle öldü. Hepsi ızdıraplarını çeke çeke, laneti damarlarında gezdire gezdire, sırrı açık etmeden, şehrin intiharından, güvercin ölülerinden bahsedemeden öldü. Son nefesinde dayanamayıp sırrın açık edildiğini söyleyemeye yeltenenleri karabasanlar susturdu. Pek çoğu acıyla, göğüslerine oturan karabasanların bedenlerini sıktığı korku dolu uykularla can verdi.
O günden sonra şehir her güneşle beraber o lanetli güne yine yine yeniden uyandı.
Kimse fark etmeden, sırrın açığa çıktığını bilmeden, şehrin kasvetini deli saçması nedenlere bağlayarak yaşadı. Kaçmaya çalışan herkes, göğüslerinde bir daralma ile yeniden lanetli sokaklarının yolunu tuttu. Lanet, bir mirastı ve artık o şehirde doğan da ölen de lanetliydi bir kere.
Gün o gündü. Sır açığa çıkarılmış ve bir kağıda yazılmıştı bir kere. Şehir lanetlenmişti.