Kararlıydı, alarm çalmadan açtı gözünü. Haftalardır beklediği, hâyâlini kurduğu gün gelmişti. Enerji doluydu içi, ılık bir duş aldı, kafasına sardığı havluyla son bir kez aynaya baktı. Bembeyaz teni, iri gözleri ve belirgin kirpikleri ile daha mı güzel görünüyordu bugün?
Dişlerini fırçaladı, çiçek kokulu pudrasız deodorantını sıktı, mis gibi kokmuştu. Annesi yanında olsa sarılır, içine çeke çeke, koklaya koklaya öperdi kızını. Azıcık gözleri doldu ama hemen toparladı kendini. Bugün mutluluk günüydü, hüzün değil.
Derin bir nefes aldı ve gardırobunun karşısına geçti. Bugün için kıyafetini hafta başında seçmişti zaten; annesinin doğum gününde aldığı kar beyazı gipür elbise. Hafif bir göğüs dekoltesi vardı. Kollar omuz kavisinin tam üzerinde, etek boyu ise dizlerinin altında bitiyordu. Boy aynasında kendine uzun uzun baktı Ayça. “Keşke,” dedi içinden, “keşke annem bunu hediye ettiğinde giyseydim de üzerimde duruşunu görebilseydi.”
Sonra giymesine giydi annesi için bu elbisesini ama maalesef bu sefer de Reyhan Hanım göremedi. “Sakın annem ama sakın siyah giymeyeceksin mezarımın başında,” diye tembihlemişti hastane odasında son konuştuklarında. O da ilk ve son olarak annesinin cenazesinde giydi beyaz elbisesini, sonra yıkadı, ütüledi ve yeniden dolabına astı.
Reyhan Hanım, Ayça’nın yirmi altıncı doğum gününden bir ay kadar sonra vefat etmişti. Ölümünden önceki son bir sene tüm aile için kâbus gibiydi. Aziz Bey’in ani ölümünün hemen ardından Reyhan Hanım’a konan kanser teşhisi, kanserin önlenemez bir hızda yayılması ve hiçbir tedaviye yanıt vermemesi ailedeki herkesi uçurumun eşiğine sürüklemişti. Ama hiçbiri Ayça’nın anne ve babasını peş peşe kaybetmesinin acısının yanına yaklaşamazdı. Bir sürü ilaç, sayısız terapiler, alternatif tedavi yöntemleri, denenmedik neredeyse hiçbir şey kalmamıştı. Zaman bu acıyı azaltacak, rahatlamana yardımcı olacak diyordu herkes ama zaman ilerledikçe içindeki boşluk daha da derinleşiyor ve her sabah uyandığında Ayça’yı tekrar tekrar içine çeken bir girdaba dönüşüyordu. Gözlerinin altı mosmordu, geceleri bir, en fazla iki saat uyuyabiliyordu. Doktorlar bir ara ilaçlarını almadığından bile şüphe etmişlerdi ama sebep o değildi elbet. Vücudu inatla reddediyordu iyileşmeyi, her sabah boğazını sıkıyorlar gibi ter içinde uyanıyor, ilk birkaç dakika zor nefes alıyordu.
Annesini toprağa verdikten sonraki ilk altı ay, teyzesi kalmıştı yanında. Eşini kaybetmiş, yalnız yaşayan kendi halinde bir kadındı, ablasının ölümü onu da darmadağın etmişti ama çocuklarının varlığı onu hayata bağlıyordu. Ayça, altıncı ayın sonunda yanında kimseyi istemediğini açıkça belirtti. Bunalıyordu, sürekli nasılsın denmesinden, yüzüne acıyarak bakılmasından, mutfakta fısır fısır arkasından konuşulmasından ve durmadan “ne olacak bu kızın hali ne yapsak işe yaramıyor,” serzenişlerini duymaktan bıkmıştı artık. Topladı eşyalarını ani bir kararla Silivri’deki yazlığa gitti. Anneciğiyle, babacığıyla burada o kadar huzur kokan anıları vardı ki. Tüm aile ve tabii ki doktoru bunun yanlış bir karar olduğunu düşünüp onu vazgeçirmeye çalışsalar da Ayça kimseye kulak asmadan yazlığa sığındı.
Burası ona tuhaf bir huzur vermişti. Geceleri rahatça uyuyabiliyor, sabah da en geç yedi buçuk sekiz gibi dinç bir şekilde uyanıyordu. Gününe sahilde yürüyüşe çıkarak başlıyor, dönüşte fırından taze ekmeğini alıp, yol boyunca açan çiçeklere selam veriyordu. Küçükken komşuları çiçeklerle konuşmasının normal olmadığını söylerlerdi annesine. Reyhan Hanım da tatlı tatlı gülümseyerek, “Ne var bunda şekerim, her çiçek dünyadan ayrılmış bir çocuğun ruhunu taşır. Ayça da onları duyabiliyor demek. Çok özel bir çocuk benim kızım,” derdi. Bu cevabı komşuları daha da şüpheye düşürürdü ama annesi hiç aldırmaz, güler geçerdi. Papatyaların başını okşarken bunları düşünerek tatlı bir kahkaha attı Ayça. Ne zamandır bu kadar içten gülmemişti. Neyse ki meraklı komşularından biri ölmüş, diğeri de oğlunun yanına taşınmıştı. Huzurunu kaçıracak kimseler kalmamıştı etrafta.
Her sabah şöyle reçelli, kaymaklı, yumurtalı mükellef bir kahvaltı yaptıktan sonra bilgisayarının başına geçiyor ve kitabı için hikayelerini yazmaya başlıyordu. Gün içinde hiç olmadık bir zamanda aklına annesi geldiğinde ise eskisi gibi ağlamıyor, hatta hafifçe gülümseyerek sadece iç geçiriyordu. Ayça, iyileşiyordu. Anne ve babasının kaybının açtığı yara, o nefes aldığı sürece derinden sızlamaya devam edecekti orası kesin ama en azından hayatının raydan çıkmış halini kısmen toparlamış, rutinlerine geri dönmüştü.
Bir aydan biraz fazla kaldı yazlık evde. Kısa hikâyelerden oluşan kitap dosyasını yayınevine gönderdiği gece kendi kendine minik bir kutlama yaptı. Annesinin ve babasının resimlerini koydu masaya, bir şişe de kırmızı şarap açtı. Reyhan Hanım ve Aziz Bey arada böyle romantik geceler yaparlardı, bir de eskilerden müzik açarlardı telefondan. Bazen dans ettikleri bile olurdu. Yıllanmış bir evlilikte aşkın sıcaklığını koruyabilmek imkânsız diyen tüm kem gözlü çiftlere inat.
O gece bir şişe şarabı bitirdi tek başına, tadı buruktu ama güzeldi. Anılar içini ısıtmıştı. Müzik eşliğinde hafif hafif sallanarak dans bile etti salonun ortasında. O eski komşular görselerdi kesin doktorunu ararlardı. Gülümsedi. Aynanın karşısına geçti ve sarı buklelerinin arasından ona bakan iri kahverengi gözlerine daldı. Nihayet beklediği gün gelmişti. Masaya yürüdü, anne ve babasının resimlerini koklaya koklaya öptü, göğsüne bastırdı. İçi kıpır kıpırdı. Heyecandan uyuyamaz da sabah kalkamaz diye o çakırkeyif haliyle alarmı bile kurdu. Deli kız.
Telefon elindeyken kısa bir mesaj yazdı teyzesine, kuzenlerine ve sevgili doktoru Cemhan Bey’e. Sonra sildi. Biraz daha açıklayıcı cümleler ekledi, düzenledi mesajını, sonra yine sildi. Nasıl olsa yarın öğreneceklerdi, gece gece mesaj atmanın gereksiz olduğunu düşündü; alarmın kurulu olduğunu bir kez daha kontrol ederek telefonunu şarja taktı. Çocukluğundan beri vaz geçemediği mavi ışık veren ayıcıklı gece lambasını da prize taktı, artık bebekler gibi uyuyabilirdi. Çeltik Köyü yazlığa yakındı, oranın da emektar bir bakkalı vardı, Rıza Efendi, Rıza Amca, Rıza Baba… Herkes bir başka çağırırdı onu. İyice yaşlanmasına rağmen o köhne minicik bakkal dükkanını işletmeye devam etmişti. Gece lambasının mavi ışık veren ampulünü her defasında ondan alırlardı. Reyhan Hanım’ın öldüğünü duyunca pek üzülmüştü Rıza Amca. Ayça ampulü almaya gittiğinde küçük bir çocuk gibi boynuna sarılıp ağlamıştı; tabii Ayça da onunla beraber hıçkırıklara boğulmuştu. Kafasında anılar, çocukluğu, Rıza Amca, papatyalar derken uyuyakaldı.
Alarm çalmadan açtı gözünü. Ilık bir duşun ardından çiçek kokulu deodorantını sıktı. Annesinin aldığı kar beyazı gipür elbiseyi giydi. Başucu çekmecesini açtı, doktorun sakın ihmal etme dediği ilacını aldı, tüm kutuyu avucuna boşalttı. Mavi ışıklı ayıcıklı gece lambasını prizden çekti ve banyoya gitti. Bir an duraksadı, derin bir nefes aldı ve avucundakileri tuvalete attı, sifonun tazyikli suyunun ilaçları alıp götürüşünü keyifle izledi.
Ayça, küçük bavuluna gelirken getirdiği eşyalarını yerleştirdi. Ayıcıklı gece lambasını da yanına aldı bu sefer. Yayınevine gönderdiği kitap dosyasının bir kopyasını da çantasına koyduğu gibi yazlığa veda ederek yola çıktı. Annesinin mezarına geldiğinde yine içini biraz hüzün kaplamıştı ama verdiği sözü tutacaktı. Bembeyaz mermere oturdu ve gözlerinde mutluluk gözyaşlarıyla Reyhan Hanım’a eserini okumaya başladı.