Kaç kişinin biletini kestiğimi bir bilseniz…
Kaç yuva yıktım. Kaç kişinin saçma hayâllerinin üstüne mühür bastım. Kaç genç kızı kötü
yola düşürdüm, kaç kişiyi yurdundan ettim bir bilseniz.
Ben… Bilet memuru Muhsin Yıldız, sicil numarası 173’e 42. Kimin nereye gittiğini
gözünden anlarım. Kimin kötü yola düşeceğini, kimin cinayetinden kaçtığını, kimin sonu
sefalet olan hayâllerine doğru gittiğini “İstanbul” demesinden anlarım.
Gitmeyi çare bilenlerin, kalmayı dert bilenlere bıraktığı bu istasyonda nice hayatları kararttım
şu küçücük mühürle. Mührüm Devlet Malzeme Ofisi’nden üzerime zimmetli. Emekliliğime
üç hafta kaldı ve ben buradan üç hafta sonra herkese yaptığım kötülüklerin cezasını ödemek
için basacağım son kez mührümü bu koçanın üzerine. Kendi çaresizliğime, kendi
yalnızlığıma, kendi umutsuzluğuma keseceğim biletimi.
Nice sevenleri ayırdım. Bu ahşap bekleme salonunun köşesindeki şu camın küçücük
oluğundan nicelerinin ömrünü cehenneme çevirdim ben. Ölmeye gideni bile tek bir bakışla
anlarım da söylemem. “Gitme” demem. “Nereye” diye sorduğuma bir kere bile şahit
olmamıştır şu sararmış cam. Herkesi kendine bırakır. Bana söyleneni yapar, mührü basar ve
biletini keserim.
Gitme diye yalvarıyordu kadın… Gitme… Bırakma, diyordu ağlayarak. Arada sırada gözü
oturduğum bu sararmış camın arkasındaki gözlerimi arıyordu. Ne olacaktı? Adam gitmesin
diye kesmeyecek miydim bileti! Ben bilet memuru Muhsin Yıldız, sicil numarası 173’e 42.
Yirmi dokuz sene, on bir ay ve bir haftadır bir kuruş açık vermeden hizmet ettim bu istasyona.
Birinin “gitme” demesiyle ihanet mi edecektim memuriyetime! Göremezsiniz benim
gözlerimi bu camın arkasından. Kasketimi öyle bir ustalıkla geçiririm ki kafamın üstüne;
plastik kıvrımların arasından ben sizi görürüm de siz benim gözlerimi göremezsiniz. Bu
yüzden benden, bilet memuru Muhsin Yıldız’dan medet ummayın derim size. Bu kasket
Devlet Malzeme Ofisi’nden üzerime zimmetli.
Kadın ayaklarına kapandı adamın. Gişenin hemen önünde, öne çıkan camekânla arasında bir
iki karış mesafe ya vardı ya yoktu. Büyük bir soğukkanlılıkla baktım adama. Hiçbir kadın ben
gitmeyeyim diye ağlayarak ayaklarıma kapanmadı diye haset ettiğimden değil. Görevim icabı,
yüzümde hiçbir ifadeye izin vermeden baktım. “Nereye” diye sormadım. “İstanbul’a, bir kişi,
ikinci mevki” dedi adam. Kadının adamın rugan ayakkabısının üzerine dökülen gözyaşlarına
takıldı gözlerim. Dikkatim dağılacak gibi oldu. Hiçbir kadın benim için ağlamadı ki bu
hayatta, diye geçirdim içimden.
Umut diye bir şeyin peşine takılmış biri bir gün. Hayâlleri büyük şehirdeymiş. Yetinememiş
yerindekilerle. Suçu yerinde bilmiş. Elinde tahta bir bavul ve bir bağlamayla gelip daha ilk
nefesinde yenilmişti camekânın önünde. “İstanbul” deyişindeki tereddüdü duysanız
ayaklarına kapanırdınız “gitme” diye. Sesi güzelmiş. Türkücü olacakmış İstanbul’da.
Gazinonun sahnesini köyün okul bahçesinde düzenlenen düğün cemiyeti sanmış. Nice
batakhanelerde sürüneceği besbelliydi ya, acımadım ona da. Kestim biletini. Benim
hayâllerim yok diye haset ettiğimden değil. Bu camekânın önünde yazılır kaderleri insanların.
Sararmış camın üstünde nicelerinin son nefesi vardır da kimse bilmez kokusunu. Sarımtırak
lekelerinin her birinde nice gözyaşları vardır “gitme” diye yalvaranların. Bu pirinç kapağın
hemen üstünde yazılıdır kaderleri gidenlerin. O tahta bavulların niceleri tabut olarak döndü bu
istasyona. Kimse bilmez. Ben, üzerinde sarı lekeler olan camekân, camekânın pirinç kapağı
ve şu eskimiş avize. Bizden başka kimse bilmez bu sırları, siz de bilin diye anlatıyorum.
Haklarını yiyemem. Devlet Malzeme Ofisi’nden üzerime zimmetli mührüm, üniformam ve
kasketim dışındaki her şey benden önce gelmişti buraya. Görevi devralmaya geldiğim bir
şubat sabahı hiç farkında değildim bu istasyon cinayetlerinin. Gün be gün hayatlar karara
karara, yuvalar yıkıla yıkıla anladım her şeyi. Mühür kimdeyse cinayeti o işlermiş sonra sonra
anladım. Saymaya başladığımda çok geçti. Geriye dönüp hepsini hatırlayamadım. Yani aklım
başıma geldiğinde çoktan yüzlerce yuvayı yıkmış, onlarcasının yaşamını cehenneme
çevirmiştim. Şimdi öyle mi? Şimdi daha salona girer girmez biliyorum işleyeceğim
cinayetlerimi. Çok düşündüm kendimi boynumda üzerinde “gitmeyin” yazan bir yaftayla bu
avizenin zincirine asmayı. İnanmıyorsanız bakın, işte sicim malzeme dolabında duruyor.
Kendim aldım. Devlet Malzeme Ofisi’nden üzerime zimmetli olmayan tek malzemem.
Yapamadım. Bende kendini asacak adam cesareti olsaydı, zaten bu lekeli camın arkasına
hapsetmezdim kendimi 29 yıl.
Aktör olmak istedim yaşamım boyunca. Sonra bu izbe istasyonun döşemeleri çürümüş
gişesinde hayatlar karartmaya memur oldum her nasılsa. Herkes hayallerinin peşinden
giderken ben camın arkasından onları seyrettim. Aktörlük soğukkanlılık ister. Kadınlar
ağlarken, analar kendilerini yerden yere atarken tazecik kızlarının önünde gözünü kırpmadan
keseceksin o bileti. Biri geldi diyelim, hayâllerinin peşinden gittiğini düşünüyor, “İstanbul’a
bir kişilik bilet” diyor. Onun o heyecanını bakışlarınla onaylayıp tebessümünle onu
cesaretlendireceksin. Azıcık şüphe edecek olsan vazgeçerler hayâllerinden. Büyük aktörlük
işidir gişe memurluğu. Bir sahne gibi düşüneceksin camın arkasını. Kimse anlamayacak
hangi uçurumun kenarından aşağı atladığını. Kimseye sezdirmeyeceksin kestiğin biletin
üstünde felaketlerinin yazdığını. Mühim iştir aktörlük. Âlâsını yaptım aktörlüğün. Bugün bu
istasyonun bir lahza huzuru varsa o da benim aktörlük yeteneğimin, kendimi bu işe
adamışlığımın eseridir.
Ben bilet memuru Muhsin Yıldız, sicil numarası 173’e 42. Bana zimmetlenen bu hayatı, bu
sararmış camın arkasında görevim icabı hayatları karartarak geçirdim: pişman değilim.