İnsanların çoğu yaşanmamış bir hayattan ölüyor.

Rainer Maria Rilke

 

İçinde eski bir bahardan kalma solmuş güllerin açık pembe gülüşleri duyulan büyük duvar saatinin baktığı salondayım. Annemin kıymetlisi kadife kılıfını belki on kere değiştirip atmaya kıyamadığı kenarları çiçek oymalı ahşap berjer koltukta uyuyakaldığımı, şiddetli bir sallantıyla uyandığımda anlıyorum. O an annemi çok özlüyorum.

Saat: 04.17, saatin gülleri solgun, saatin gülleri suskun, saatin gülleri üzgün…

Kırık beyaz renkli duvarda saatin altında asılı annemle çekildiğimiz son fotoğrafımızla göz göze gelince yılların bütün hüznü, bu anı bekliyormuş gibi bir anda ve nihayet gözlerime doldu. O sırada sarsıntı şiddetini arttırdı, yan duvardaki kitaplıktaki kitaplar bir bir yere döküldü. Açılan sayfalarda içime yıllardır işlemiş sözcüklerin nasıl acılarla, nasıl yakarışlarla yaralı bir kalemden döküldüğünü bir kez daha düşündüm. Çığlıklar duyuyorum, hangi şiir anlatır ki zamansız ve korku dolu ölümün çıplak gerçekliğini?  Düşüncelerim zihnimde ince bir kum gibi yığılmaya başlamışken ayağa kalkıyorum, yer ayağımın altından kayıyor, kitaplarla birlikte pencereye doğru itiliyorum. Turuncu gökyüzünün öfkesi şehre ağır bir balyozla vuruyor sanki. Bütün evlerin üzerine tek tek… Büyük yıkımı görüyorum, tek tek… Çığlıklar artıyor, artıyor, artıyor.

Korku ve hayret bütün ruhumu sarmışken kalbim pencerenin önündeki birkaç ay önce annemden kalan çiçeklerle birlikte atıyor. Onları korumak istercesine iki saksıyı kucağıma alıp sarılıyor, eve dönüp yere çöküyorum evin içinde sallanıp duran dökülen eşyalara bakarak bu kâbusun bir an evvel bitmesini diliyorum. Kitaplığımla birlikte karşı duvar üzerime doğru geliyor. Gelirken duvardaki saate çarpıyor, saat patlayan pencereden dışarı fırlıyor. Kare odam düz bir çizgiye evrilmeye çalışırken içindeki eşyalar buna engel oluyor. Koltuk kitaplığın bir ucunu tutuyor bana küçük bir üçgen kalıyor yaşamak için. Yerin altına yaklaştığımı hissediyorum. Elimde sımsıkı tuttuğum saksılara bakıyorum; biri üzerinde üç buruk mor menekşe, diğeri yeşil küçük yapraklı tomurcuk çiçekleri olan bir kalanşo. Ne umut! Tomurcuk… Yaşamın yeniden açması… Kıyameti yaşıyorken bu cehenneme bir cenneti vadetmek gibi… Derin bir iç çekiyorum bu koku annemin kokusu… Çiçekler, annemmiş.

Cenin pozisyonunu aldığım yerde üzerimde bir çatı gibi duran kitaplığın dizime baskı yaptığının fark ediyorum. Kitaplık üst katın tavanını biraz olsun tutuyor ama dizimle de tutuyorum sanki, dizimde bir ağrı. Bütün dünyanın yükünü kaldırırcasına güçle itiyorum. Yavaş yavaş ezildiğimi hissediyorum. Üçgen gitgide daralıyor. Pencere artık yok. Dışarıyı göremiyorum. Sadece toz dumanın gümbürtülü sesi geliyor. Çığlıkları hapsediyor izbe yıkıntılar. Hava kararıyor, öylece bekliyorum. Elimde annemden kalan çiçekler… Dizimde dünyanın ağırlığı… Uzak sesler geliyor kanayan kulağıma; “Buradayım… yaşıyorum… buradayım…” Ben kaderine razı olan idam mahkumları gibi hiç ses çıkarmıyorum. Sesler zamanla azalıyor. Kimse gelmiyor. Sonra bir ses “Selim, Selim.” diye sesleniyor. Alt komşumuz Ayfer… Ah Ayfer… “Selim kurtar beni.” diyor, yine susuyorum. Yıllarca susmuştum ona zaten. Ne çok şey söylemek istemiştim de susmuştum. Apartmanın girişinde işe gittiğim hep aynı saatte beklerdi beni, bilirdim. Hep karşılaşmamız tesadüf olamazdı ama bir türlü konuşamadım. Tam konuşacaktım annem öldü, hayatta tek sahip olduğum insan annem. Ölüm soğuk bir mermeri hatırlatırdı bana. Şimdi ise ölüm yıkık bir şehri ve Ayfer’i. Hayata küsmemi ona küsmemle bağdaştırıyor olmalıydı ki birkaç kereden sonra çalmadı kapımı. Bakışlarımın sıcaklığı anlatsa da sevdiğimi ona asla söyleyemedim. Belki biraz kendimi toparlayınca söylerdim. Belki…

Zaman geçiyor, hava aydınlanıyor. Güneşi son kez görüyorum, güneş son umudum ve son umutsuzluğum oluyor. Aydınlıkla birlikte bacağımın dizimden koptuğunu ve her yerin kanımla koyu kırmızıya boyandığını görüyorum. Telaşla son gücümü toplayıp “Ayfer!” diye sesleniyorum, cevap gelmiyor. Diğer bütün seslerde yavaş yavaş kesiliyor. Hepsi… Kimse gelmiyor. Gözlerimi, en sevdiğim şiir kitabını -son şiirin içimde bıraktığı sancıyla- kapatır gibi kapatıyorum. Zaman burada duruyor. Yetişemediğim her zamana bir ‘Ah!’ ediyor ruhum; geç kalınmış her insan, ertelenmiş her yolculuk, yaşanamamış her duygu esir ediyor ruhumu, huzursuz bir yok oluşla varlığımdan kurtuluyorum. Yaşamak isteyen onca ruh da yaşayamadığı hayattan kopuyor böylece…

Yıkıntıların arasında 04.17 de duran, gülleri solgun, suskun saatin fotoğrafı ülkeyi çaresizlikle sınanmış ölüm kokan ağrılı bir zamana taşıyor. Zamanın durduğu yerde uzun bir yas başlıyor.