Elektrikler kesilirken karlı sokakları aydınlatan ışıklar birer birer yok oldu. Karanlık ve kocaman bir canavar tüm şehri saniyeler içinde midesine indiriverdi. Gecenin o saatinde sokakta dolaşanların fısıltıları ara ara odanın içine kadar geliyor, bu sesler yazı masamın başında günlerini geçirmiş de yorulmuş bedenimi dingin bir müzik gibi okşuyordu. Sonra da karla birlikte esen soğuk rüzgâra karışıp benden uzaklaşıyorlar, beni terk ediyorlardı. Elimde kalan son mumun ipliği de çay tabağının dibini görünce gözlerim daha fazla karşı koyamadı. Gözlüklerimi çıkarıp yatağıma uzandım. Ellerimi dizlerimin arasına alıp perdenin öte tarafından ara ara içeri sızan araç farlarının parlattığı ve elbise dolabının üstünde duran Yaşlı Gitarist’le göz göze geldim. Boynu bükük yaşlı adamda coşkunun ve melankolinin mükemmel bir karışımı vardı ve belki de bana bir şeyler söylemeye çalışıyordu, bilemiyorum. Öylece uykuya daldım. Huzurlu bir gece geçirdiğimi söyleyemem. Lapa lapa yağan karlı bir sabaha doğru ilerlerken hayatımı sonuna kadar değiştirecek olan bir telefon sesiyle uyandım.

Telefonun öteki ucundaki biraz korku dolu biraz tereddütlü ses üniversiteden arkadaşım Yusuf’un bir banka soygununda vurulduğunu ve olay yerinde öldüğünü söyledi. Hemen televizyonu açmam gerektiğini, haber kanallarının olay yerinden canlı bağlantılar yaptığını ekledi. Sonra da telefonu yüzüme kapattı. Uykunun etkisiyle bir şeyleri yanlış duyduğumu, yanlış bir numara tarafından arandığımı ya da birilerinin çapsız bir şakasına maruz kaldığımı düşündüm ilk önce. Televizyonun sağ alttaki kırmızı ışığı yanıp sönüyordu. Elektriklerin geldiğini anladım. Hemen televizyonu açtım. Gerçekten de kanalların hemen hemen hepsinde muhabirler Meşrutiyet Caddesi’ndeki banka soygununa dair bilgileri aktarmak için birbirleriyle yarışıyorlardı. Boğazıma sert bir yumruk yemişim gibi öksürük nöbetine tutuldum. Sonra bir ara kendime gelip Yusuf’u aradım. Telefonu kapalıydı. Nefesim kesilmiş, bedenimi soğuktan mı yoksa olayın vehametinden mi olduğu belli olmayan bir titreme sarıp sarmalamıştı. Yusuf her ne kadar yüz karası bir insan olsa da bana karşı her zaman iyi bir insan olmuştu. Hakkında kötülük düşünmeyeceğim ender insanlardan biriydi. Siber güvenlikle ilgili serbest zamanlı olarak yaptığı işinden arta kalan zamanlarda ufak tefek kanunsuz işlere karışıyor, Beyoğlu’nun arka sokaklarında karanlığın iyiden iyide ağır bastığı saatlerde başından hiç çıkarmadığı siyah beresiyle köşe başlarında bekleyip, ihtiyacı olanlara esrar, hap gibi şeyler satıyordu. Müşterilerini de internetteki bazı gizli platformlardan buluyor, böylece yanından hiç ayırmadığı bilgisayarıyla yapışık bir ikiz gibi yaşıyordu. Her şeye rağmen ona olan sevgimden dolayı bir gün onun bu tür illegal işlerden elini eteğini çekeceğini umuyordum. Birkaç gün önce akşam saatlerinde bana uğrayıp borç batağında olduğunu söylediğini hatırladım. Ancak işlerin bu raddeye varacağını hayal etmemiştim. Odamda yapayalnız bir ileri bir geri yürüyor, olanlara akıl sır erdiremiyordum. Böylesine tiksindirici ve ümitsiz bir olaya nasıl bulaştığını anlayamadım. Bir yandan da hüngür hüngür ağlıyordum. Zaten hep kederli bir yaşama meyilli olan duygularımı kontrol etmekte zorlanırken çalan kapı sesiyle elimdeki su bardağını yere düşürdüm. Yusuf’la ilgili sorular sormaya gelen, paltosunun yakalarını kaldırmış ve bıyıkları buz tutmuş dedektife bildiğim ne varsa anlattım, ancak aklım başka yerdeydi. Simsiyah bir bulutun gelip de bir insan eli gibi boğazımı sıktığını hissediyordum. Zihnimse bir kaybın yasıyla ve karmaşasıyla dolup taşıyordu. Dedektif küçük defterine bazı notlar alıp beni orada yapayalnız bıraktı.

Cenazenin kaldırılmasından sonra günler ve haftalar boyunca, yaşayan bir ölü gibi sadece yemek yiyor, öteki temel ihtiyaçlarımı karşılıyor ve yatağımda uyuklamaktan başka bir şey yapmıyodum. Onun ölümüyle bir türlü yüzleşmeyi başaramıyordum. Aklımdan çıkaramıyordum. Soygunla ilgili yeni bir şeyler öğrenme umuduyla haberleri her zamankinden daha bir dikkatle takip ediyor, gündelik gazeteleri didik didik ediyordum. Bir şeyler bulduğum anda da makasla kesip kenara ayırıyordum. Mesela o gece elektriklerin kesilmesiyle soygun arasında bağlantı kuran bir haber gözümden kaçmamıştı. Böylelikle belki parçaları birleştirip o gece orada neler olup bittiğini çözebilirdim. Ancak daha fazla öğrendikçe gerçekle olan bağımın gitgide zayıfladığını anlamaya başlıyordum. Yusuf’un ani gidişi yaşamaya olan zayıf inancımı da iyiden iyiye yok etmişti.

Bir gün sabah kalkıp bardaktan boşalırcasına yağan yağmura aldırmadan olayın vuku bulduğu Meşrutiyet Caddesi’ne gittim. Siyah şemsiyemle yolun karşı tarafındaki vitrinlere bakıyormuş gibi yapıp uzaktan bankanın camlarını, kapılarını, bankaya giren çıkanları, güvenlik görevlisini filan incelemeye başladım. Orada öylece dikilmiş o gece olanları hayalimde canlandırmaya çalışırken kaba görünümlü, yüzü çiziklerle dolu, bir eli cebinde diğer elinde benimkine benzeyen siyah şemsiyesi ve ağzında sigarasıyla garip yaşlı bir adam yaklaştı yanıma. Karanlığa gömülmüş gözleriyle bankayı işaret ederek,“Olaya karışanları tanıyor muydun?” diye sordu.

Sigarası ağzında bir aşağı bir yukarı kıpırdıyordu. Bir an tereddüt ettim. Ne söyleyeceğimi bilemedim. Israrla bir cevap istiyormuşçasına bana doğru bir adım daha yaklaştı. Akşamdan kalma olduğu o kadar belliydi ki bayat alkol kokusu uykulu nefesiyle birleşip burnumun direğini sızlattı.

“Bir tanesini sadece. Yakın arkadaşım sayılırdı.” diye cevap verdim.

Sesim fısıltının bir kademe üzerinde, etraftan geçen herhangi bir kişinin duyamayacağı kadar kısıktı. Adam kafasını salladı. Bir an aramızda derin bir sessizlik oluştu. Sonra adam aniden kendi şemsiyesini kapatıp izin bile almadan benim şemsiyemin altına girdi ve montumun yakalarından tutup beni az önce baktığım vitrine doğru ittirdi.

“Bana bildiğin her şeyi anlatacaksın.” diye gürledi.

Gözlerinin öfkeden mi yoksa aldığı alkolden dolayı mı kıpkırmızı olduğunu tam olarak anlamam zordu. Yusuf’un ölümünden sonra kaç zamandır üzerime neredeyse ölü toprağı atılmışken bu tanımadığım adamın yakalarıma yapışan elleriyse göğüs kafesimi sıkıştırıyordu. Kalbim büyük bir çarpıntıyla titremeye başladı. Ondan kurtulmak için kendimi öteki tarafa doğru çekmeye çalıştım ancak adam sağlam kavramıştı.

“Lütfen bayım, olanların sorumlusu kim bilmiyorum, ama ölen kişi arkadaşımdı.” dediğimde adam ellerini yakamdan çekti.

Belki o da benim gözlerimdeki bitkinliği, yası ve kederi fark etmiş, bana acımıştı, bilemiyorum. Soyguna karışanlardan bir tanesinin de kendi oğlu olduğunu söylediğinde ikimiz arasında tuhaf bir bağ kurulduğunu hissettim. Yazgıları bir vitrin camının önünde birbirine bağlanan iki yabancı insan oluvermiştik. Yüzünü bir an için iskelete benzettiğim yaşlı adam şemsiyesini yeniden açıp, başını önüne eğerek caddede yürümeye başladı. Belirsiz ve bulanık bir imgeye dönüşünceye kadar arkasından bakakaldım. Yusuf’un bana babasından ya da ailesinden filan hiç bahsetmediğini hatırladım.

Onun ölümünü geride bırakıp yaşamıma kaldığım yerden devam etmem gerektiğinin farkındaydım ancak bunu hiçbir zaman başaramadım. O uğursuz geceden sonra yaptığım her şeye içimde biriktirdiğim kayıp bir şekilde sızıyor, vücudumda dolaşan kana rengini veriyor, yaşamanın anlamsızlığını iliklerime kadar hissettiğim zamanlarda yazdıklarımla bana bir zeytin dalı uzatılacağını düşünürken avucumun içine cehennemin anahtarları teslim ediliyordu. Elbise dolabımın üstündeki Yaşlı Gitarist’e bakarken uykuya dalıyor, “memento mori” diye sayıklıyordum.