Perihan Hanım ikindi güneşinin parça parça aydınlattığı oturma odasında televizyonun karşısındaki üçlü koltukta uzanıyordu. Pantolonunun düğmelerini açmış, çoraplarının sıkan lastiklerini aşağı indirmiş, şekli iyice bozulmuş kırlenti başının altına yerleştirirken bir yandan da Hatice’nin sorularına cevap yetiştiriyordu. Hatice, altı yedi yıldır haftanın iki günü Perihan hanımlara gelir, temizlik, ütü, yemek, bazen sadece çekmece düzeltme, albüm düzenleme gibi işlerle mesaisini tamamlar giderdi. Hatta kimi günler sadece birlikte televizyon seyredip saç boyayarak geçerdi.

-Küçük 8.8 büyük 13.5 Perihan abla senin tansiyonun hiç buraları görmezdi bir şeye mi üzüldün sen? Limonlu su getireyim mi sana?

-Midem delinecek sabahtan beri içtiklerimden. İstemem bir şey, azıcık şu ensemi ovsana sen benim. Nejat’ın okulunda veli toplantısı vardı orada sıkıldım biraz.

-Ablacım, Nejat kafasını defterden kitaptan ayırmayan bir çocuk. Top oynayıp cam kırmış deseler ihtimal vermem. Kızları sıkıştırıp zorla öpmüş deseler ona hele hiç inanmam. Ne kabahat işlemiş Nejat Paşa?

-Öyle bir şey değil Haticeciğim. Bir ödev vermiş, ‘yas’ temalı bir öykü yazmalarını istemiş edebiyat hocası.

-Allah Allah on üç yaşında çocuklardan istedikleri şeye bak. Gerçi ben de on dört yaşındaydım anam rahmetli olduğunda. Kimseden geri kalmamıştım, nasıl gerekiyorsa, benden ne şekilde bekleniyorsa öylece tutmuştum yasımı. Teyzeme, halama, komşu kadınlara baka baka öğrendim dizlerimi döve döve ağlamayı. Helva kavurmayı, Yasin okumayı. Kapının önüne ayakkabılarını koymayı. Kırkında, senesinde pilavlı mevlüt… Tulumbaların yanına tatlı çatalı koymayı unutma. Çayları dağıtmaya salonda oturanlardan başla. Sürahinin üstüne dantel. Banyoya yeni havlu. Hoca kadına parasını zarf içinde ver…

-Ay Hatice tamam! Ne yapıyorsun kızım, zembereği boşalmış gibi… Tövbe tövbee! İyice çıktı tansiyonum. Beynim kafamdan fırlayacak şimdi. Ne yapmış biliyor musun? Nejat da gitmiş, eşini kaybedip tek kaldıktan sonra depresyona giren bir çorabı yazmış.

-Çorap mı?

-Hıı.. Çorap. Kendisi gibi tek kalan çoraplarla bir grup terapisinde bir araya geliyorlar. Bir de resim çizmiş. Böyle sandalyeleri daire şeklinde yerleştirmiş, her birinde bir çorap oturuyor. Hepsini de değişik değişik boyamış, kimse kimsenin eşi değil yani. Haa bir de gözlüklü elinde kâğıt kalem olan bir beyaz çorap var, o da psikologmuş. Oğlanın resim becerisi küçüklükten beri çok iyi, biliyorsun. Pek de güzel çizmiş. Güleyim mi ağlayayım mı, övüneyim mi korkayım mı bilemedim.

-Perihan abla ben diyorum size arada sırada zorla da olsa bu çocuğu dışarı çıkarın. Evden okula okuldan eve. Büyüdükçe içine kapandı. Sen çok kilolu, terleyecek hasta olacak diyorsun, şişko şişko diye dalga geçecekler çocuğu ezecekler üzecekler diye düşünüyorsun, ben onun da farkındayım ama, erkek çocuğu bu abla. Bütün hayatı anasından babasından ve kitaplardan mı öğrenecek?

-Vallahi Hatice, basbayağı çorapları konuşturmuş. Yok, kocası kaybolmuş, yok büyükannesini içine pamuk doldurup oyuncak yapmışlar. Kuzenlerini yağmurlu bir günde eve gelen misafirin ayağına vermişler. Onlar da öyle gitmiş. Gidenlerden bir daha haber alınamamış. Yas mı tutsunmuş? Dönmelerini mi beklesinmiş? Her gidiş ölüm müymüş? Gidenlerin dönmeyeceğinden emin olunca, o karanlık boşlukta, bir şekilde kendimizi ifade etmek için mi yasımıza yaslanıyormuşuz? Efendim yasın rengi siyahmış, ama siyahın içinde aslında her renk varmış.

Sehpanın üzerindeki cam şekerlikten bir şeker aldı Hatice. Çatır çutur yerken kağıdını özenle katladı. Kâğıt, elinde mercimek kadar kalana kadar devam etti, bütün dikkatini vererek. Sonra sessizliği bozması gerektiğini fark etti. “Abla o değil de…” dedi, sesi istemsizce normalden fazla çıkmıştı.

– Bu benim perşembeleri temizliğe gittiğim Şule Hanım var ya…

-Eee?

-Onun babası öldü geçen hafta. Ben de gittim cenazeye. Teşvikiye’deki o büyük camiden kalktı.

-Allah rahmet eylesin.

-Şule Hanım’ın annesi çok ağlıyordu. Bir kadın geldi yazlık komşusuymuş, gözünde kocaman siyah gözlükler. “Yapma yapma” dedi. “Şimdi böyle ağlıyorsun ama beş sene sonra adam çıksa geri gelse istemezsin.”

-Aa lafa bak!

-Sorma vallahi gülesim geldi zor tuttum.

-Nejat’ın yazdıkları yaşının çok ilerisindeymiş. Hatta ‘oğlunuzu tanımasam bir yerlerden kopya çektiğini düşünürdüm’ dedi edebiyat hocası.

 

Hatice, seyrettiği dizilerden, Instagram’dan, evlerine temizliğe gittiği kimi kadınların kulak misafirliği ettiği derin sohbetlerinden yıllar içinde oluşturduğu, üzerinde hiç de sakil durmayan bilgelikle ‘abla ne kadar kopya da çeksen eninde sonunda herkesin bir yoğurt yiyişi bir yas tutuşu var’ dedi.

-Ben mesela her şeyi usulünce yaptım bitti sandım. Üstünden seneler geçti. Kızım Elif’i kucağıma aldığım, ana olduğum gün, bir ağlamak ağladım, bir içim yandı…Anlatılır gibi değil. Vay dedim bana bir şey olursa, vay bu yavru çocuk yaşta ana yası tutmaya mahkûm olursa…

-Ah ah Hatice, o korku o endişe hepimizde var. Nejatcım ben sağ salim başındayken çoraplara yas tutturuyor, ben ölünce ne olur bu çocuk nasıl dayanır.

-Allah geçinden versin Perihan abla. Nejat akıllı çocuk, efendi çocuktur. Usulünce tutar yasını, döker gözyaşını, dağıttırır helvanı. Ben de her perşembe akşamı sana bir Yasin okur bağışlarım.

-Aferin Hatice. Allah senden razı olsun Oğlana da ‘şimdi ağlıyorsun ama iki sene sonra çıksa gelse ananı istemezsin’ dersin, e mi? Ver bakayım şu tansiyon aletini. İyice çıktı herhalde bu meret, burnuma kendi helvamın kokusu geliyor.