Varlıklı ailelerin terk ettiği, unutulmuş, itilmiş mahallemiz. Artık çevre şehir ve kasabalardan gelen insanlarla birlikte yaşama tutunmaya çalışıyoruz. Tek ya da iki göz odalara sıkıştırılmış hayatlar, hayatlarımız. Dondurucu Ankara ayazında, bizleri şehrin diğer kesiminden ayıran buz tutmuş yokuşumuzu inmek ve güneşin tepede olduğu sıcak günlerde çıkmak zordu. Hangisi daha zor olabilirdi ki; diğer dertlerimizi katmerleyerek artıran bu zordan o an hangisi yaşanırsa onun derdi çekilirdi. Hayallerimiz bu yokuştan kurtulmaktı, sanki tek sıkıntımız buydu.
Yeni yerleşimcilerin önceleri başın üstünde bir çatı bulma sevinçleri kısa zamanda yok olmaya başlardı. Memleketlerinden gelen erzak takviyeleriyle alışık oldukları hayat şeklini devam ettirirler, yeme alışkanlıkları, giyim tarzları pek değişmezdi.
Hafta sonları beni almaya gelen babam sürekli serzenişte bulunur, küçümserdi. Burada yaşamanın iyi bir şey olmadığını küçük de olsam kavrayabilir, utanırdım. Ona olan kırılganlığımın ilk nüvelerini fark edemedi. Beni buradan kurtarabilmek için çok uğraştıysa da başarılı olamadı. İstemedim. Sessizliğim duygularımın örtüsü oldu.
Okulumuz sevimli, küçük taş bina. Çok azı dışında çocukların çoğunun üstü-başı perişandı. Ütüsüz, yırtıkları bile onarılamamış ya da göz alıcı yamalarıyla yıpranmış soluk önlükler, kolasız rengi griye dönmüş yakalar, kurdeleler. Erkek öğrenciler hoyrattı. Ezilmekten korkardık biz kızlar, sınıfa en son girer en son çıkardık.
Öğretmenimiz sağlık konusunu işliyor. Yer sofrasında değil de masada yememiz gerektiğini anlatıyor. Zararlı mikroplar yere yakın yoğunlukta bulunduğundan her lokmamızda onları vücudumuza alırmışız. Doğru olan masada ayrı tabaklarda yemekmiş…
Erkek öğrencilerin tamamı gururla masada yediklerini haykırıyorlar hatta evdeki çatal-kaşık sayılarını söylüyorlar.
Sınıf arkadaşım, sıra arkadaşım kıvırcık saçlı, sessiz, sevimli arkadaşım. Bir hasta nenesi bir kendi. Kimsesizlik, yokluk. Hiç yeni elbisesi, ayakkabısı olmamış, hiç çikolata, muz yiyememiş, hiç uçan balonu olmamış arkadaşım utanmasını kısık sesine gizleyerek öğretmeni yanıtladı. Gürültülü kahkahalar sınıfı doldurdu! Diyemedi yer sofrası ya da masa, yeter ki yiyecek olsun.
(Ertesi sene arkadaşım gitti. Hasta nenesinin sıcak dokunuşları yok olmuş. Köyde yaşayan uzak akrabaları sahiplenmiş. Köy… Yer sofraları… Sorabildin mi “niye utandım” diye. Seninle bir yer sofrası paylaşmayı çok isterdim. Sadece seninle.)
Şanslı şansızlardan olan ben hafta sonları babamın yanında zenginliği tadardım. Lokantaya giderken bir paket çikolatam vardı. Fındıklı. Yemekten sonra yiyebilirdim. Usluydum. İtiraz etmez paketi açabileceğim anı sabırla beklerdim. Babama göre büyümüştüm artık tabağımdaki eti kendim parçalara ayırabilirdim, öğrenmeliydim. Öğretiyordu.
Bazen anneme bırakırken tüpte çikolatayı elime tutuştururdu. Diğer çocuklar görmesinler diye içerde yememe izin vardı. Ayıptı. Onlar da çocuktu, canları çekerdi. Ucuz bayram şekerleriyle mutluluğu kanıksamış çocuklardı. Tabi ki canları isterdi. Özenli elbiselerimi görmek boyunlarını bükmeye yeterdi. Annem modayı takip eder, lüks mağaza vitrinlerinden model beğenir, dikerdi. Sedef kakmalı el makinesinde. Farklılığıydım.
Oysa benim hayalim başkaydı. O zamanlar sokak tezgahlarında kıvırcıkla birkaç dal taze soğan birlikte bağ yapılarak satılırdı. Komşularımızdan birinin babası elinde iş dönüşü almış olduğu kıvırcık bağıyla geliyordu. Gördüm. Babam. Babam da böyle gelmeliydi. Kıvırcık bağıyla gelmeliydi. Ben sadece o kıvırcık bağını istiyordum. Ne çikolata ne uçan balon. Mutluluğum kalıcı olsun istiyordum. Biliyordum olmayacağını ama yine de istiyordum. Olmadı, hiç olmadı. Dünyadaki tüm kıvırcıkları yok edebilsem, unuturum.
Öğretmen bana yöneldiğinde ben, bende olanı söyledim, aynı kısık sesle, arkadaşım gibi utancımı gizleme çabasıyla. Alaycı gülüşler sınıfı doldurdu. Dünya durdu, tek gerçek o kahkahalardı. Onlar güldü biz sustuk. Suçundan dolayı vicdan yapan insanlar gibi başımız önümüzde, yüzümüz kırmızı. Öğretmenin övgü dolu sözleri, tesellisi yetmedi.
Oysa yeterdi. Anneannem, annem, ben. Üç kişi, üç kaşık, üç çatal. Diyemedim, odamız küçük masa sığmazdı ki,
diyemedim, diyemezdim!
Diyemedim babamlarda büyük yemek masası var, porselen tabaklar, kaşıklar, çatallar var! Sol elimle çatal sağ
elimle bıçak tutmayı öğreniyorum, diyemedim, diyemezdim!
Diyemezdim. Anlaşılırdı!
Sınıfta anne babası ayrı tek çocuk bendim. Orta okulda da ben oldum, lisede de.
Arkadaşlarım yine gülerdi. Onlar güler ben utanırdım…
Boşanmak ayıptı. Kırsal kesimin ağırlıklı olduğu yerlerde olumlu karşılanmazdı. Annem yeni tanıştığı kişilere
eşinin öldüğünü söylerdi. Güçlü kadındı da yine de korkardı “İyi kadını kocası boşamaz” yakıştırmasından. öyle ya
iyi kadın katlanırdı. kocaydı!
Bu gerçeği yetişkin olduğumda da pek kolay dile getirmedim. Söylemek zorunda olduğum zamanlarda hep karşımdaki
kişilerin yüz ifadelerine odaklandım, düşüncelerini okumak istercesine.
Herkes teneffüste. Ben ve sıra arkadaşım kaldık. Onlarla oynamak istemedik. Önemli paydaşlığımız vardı. İkimiz de
içgüdüsel olarak doğru arkadaşımızı bulmuştuk. Belki o gün kararımızı verdik, fark edilmeden, görünmez olarak
yaşamalıydık, kıyıda, köşede.
Utanmamamız gereken durumlarda bile utanma duygusuna sahip azınlıktan olmamızın gurur kaynağı olduğu
bilincinden yoksunduk. Ne tuhaf bu yoksunlukla yaşamımızı sürdürebilmemiz, sürdürebilme çabalarımız.
bu duyguyu tadanlar dikkatlidir. Bilerek, isteyerek kimseyi utandırmaz, utandırmaların önüne geçer.
Evde ağladım. Okula gitmek istemiyordum. Yalan söylemenin yanlış olduğunu öğreten anneme göre nerde doğruyu
söylemem gerektiğini kavrayamamış, akılsızdım!
Kimlik yenileme işlemlerinde “boşanmış” seçeneği yerine “bekar” yazdırma seçeneği de sunuluyor. Görevli ayıbı
örtmenin büyük gayretiyle etraftakiler duyamasın diye mümkün olan en kısık ses tonuyla açıklama çabasında.
Hâlâ utanma nedeni olarak geçerliliğini koruyabiliyor!
Kırık bir gülüşle ona baktım. Üzgünüm ki tüm öz güvenime rağmen çocukluktan gelen şartlanmışlıkla içinde utanç
kırıntıları taşısa da yazdırdım.
BO-ŞAN-MIŞ!