Yastığın altına soktuğu cep telefonunun “gonk” sesine uyandı. Yüzükoyun yattığı yerden elini sokup çıkarttı cihazı. Avuç içini dolduran ışıklı ekrana baktı yarı açık gözlerle. Mesaj ondandı. Gecenin bu saatinde…Karşılıklı yazışmayı, tartışmayı göze alamayacaktı. Açmadı mesajı. İçeriği biliyordu her nasılsa. “İlle de konuş.” Henüz ilkini açmamışken ikinci bir “gonk” sesi hafif dalgalı bir titreşimle avuç içinden duyurdu kendini. Ağır ağır sırtüstü döndü. Altındaki eski kanepe gıcırdadı. Üç senelik evliliğin çoğu gecesi bu kanepede geçmişti işte. Yalnız başına. Evlilik adamı olmadığını ta başından biliyordu da ne halt yemeğeydi kendini kanıtlama çabası, bir başkasının hayatını da cehenneme çevirme eylemi. Azmış gibi çocuk peydahlamak bir de! Hata üstüne hata. İçine yönelik konuşma esnasında başparmağı, telefon düğmesine bastı iradesinden bağımsız. Beyniyle organları arasındaki irtibat kesilmişti sanki. İstemese de sağ eli, ışıklanan ekranı gözlerine yaklaştırdı. Üst damağını yeni yarmış minik dişini göstererek gülücükler saçan oğlunun kara gözlerine bakacak yüz bulamadı. Utandı… Fotoğrafından dahi utandığı çocuğunu, altı aylık zaman zarfında birkaç kere anca kucağına almışlığı olmuştu. Çocukla göz göze gelmekten kaçınmıştı bu sayılı yakınlaşma anlarında da. Düşündükçe utancı büyüyüp göğsüne oturdu sanki. Kalp atışları hızlandı, nefesi darlandı. Ekrandaki görüntüyü kaydırayım derken ondan gelen mesaj açıldı. “Utandım ayağına yatıp konuşmamazlık etme sakın. Tanımayan da salon erkeği sanacak seni ayol! Utanma duygusu masumlar içindir. Masumiyetimizi karanlık sokaklarda, nemli küflü barakalarda, köprü altlarında koyun koyuna birbirimize sokulurken tükettiğimizi unuttun mu yoksa? Ar damarı yok bizde kaç kere söyleyeceğim daha? Seninkisi utanmak değil, açık açık bahane. Sabrım taştı, o kalın kafana sok artık. Ya konuşursun ya konuşurum, demedi deme sonra!”
Kalkıp oturunca anladı üst başıyla, çorabıyla sızıp kaldığını. Siyah kot pantolonuna, bağrına kadar düğmeleri çözülmüş mavi gömleğine, omuzlarındaki gür dağınık saçlarına sinen sigara ve nefesindeki anason kokuları birbirine karışmış, midesini bulandırıyordu. Sokak lambalarının, tül perdeli camdan düşen ışığıyla aydınlanan küçük odadan koridora, oradan da banyoya geçti. Elini yüzünü yıkadı, dişlerini fırçaladı.. Mentol kokusu biraz olsun nefesini ferahlattı. Aynadaki, göz altları torbalanmış berbat aksi gece barda verdiği büyük lafı hatırlattı. “Konuşacağım söz”
O kadar kolay konuşulmuyordu işte. Bu ikili oyundan, bu arafta kalmışlıktan kurtulmak istemez miydi kendi de! Ama anlamak istemiyordu karısı, ya da tam tersi o anlatamıyordu adamakıllı. Evde bir var bir yok oluşu, sudan sebeplerden çıkarttığı kavgalar, huzursuzluklar, yatağını ayırışı, kayıtsızlığı… Hiçbiri gerçek gelmiyordu. İlle de geçerli sebep diye sıkıştırıyordu karısı. Bıçak kemiğe dayanmıştı artık. Sabah erkenden doğru dürüst anlatmak zorundaydı her şeyi. Ne bu işin şakası ne de utanıp sıkılmanın alemi yoktu. Kafasında, utanmaz arlanmaz, boktan herifin tekisin diye, kendi kendini azarlayarak mutfağa doğru yürüdü. İçinde mangal yakılmış gibi susuzluktan yandığını hissetti. Bir bardak su içme amacıyla yarı açık kapıyı yavaşça ittirip karanlık mutfağa girdi. Kapı yanındaki düğmeye uzanıp ışığı açtı. Ortalık aydınlanınca gördü karısını. Oradaydı. Duvara bitişik köşeli koltuğa oturmuş, karşısındaki masanın üstünde kavuşturduğu kollarına dayamıştı alnını. Uyuyor gibiydi. Kıpırdamadı. Soluk alışverişi, üzerindeki kırmızı saten bornozu titretiyordu inceden inceden. Masa üstüne dağılan sarı saçları yüzünü kapatmıştı. Uyumadığını biliyordu karısının. Onu orada öyle görünce mutfağa neden geldiğini unuttu. Tezgâh üstündeki karnı geniş, ince boğazlı su dolu sürahiye dalıp duraksadı. Yine sekteye uğradı kararlılığı. Bu şekilde devam mı etmeli? Ya giderse, yüzüstü bırakmış olmaz mı?
Evi verir, sarhoş bir gecenin kaza kurbanı olan çocuğa dışarıdan destek olurum diye, yanıtlamaya çalıştı vicdanının sorusunu. Ötekisi kapıya dayanır, her şeyi kendi meşrebince anlatırsa, yaşanacak rezaletin büyüklüğünü aklında canlandırıp masaya doğru yürüdü. Adımları kendinden daha kararlıydı. Masa başındaydı üçüncü adımla birlikte. Sandalyeyi sürükleyerek çekip karşısına oturdu karısının. Ahşap sandalye bacaklarının seramik zemine sürtünmesinden çıkan sesle başını kaldıracağını umdu. Kıpırtı yoktu karısında. Elini uzatıp omuzuna dokundu. En başlarda olduğu gibi yabancıydı teması. Zorlayarak olmuyordu. Kimyası bozuktu vücudunun. Zıt kutuptan oluşları bir şey ifade etmiyordu. Arada bir çekim gücü olmadığı gibi şiddetli bir reddetme durumundaydı onu – teni, düşüncesi, aklı mantığı – tüm varlığı kısacası. Olsun diye uğraşmak, çelişkiler içinde yitip batmak boşunaydı. Cansız bir nesneye dokunuyormuş gibi ikinci kez dokundu karısının omuzuna. “Arzu!” diye fısıldadı cılız sesle. Başını kollarının üstünden ağır ağır kaldırdı karısı. Gözleri nemliydi. Sarı, ipeksi kirpiklerinin arasından parlayan çiğ damlası yaşlar ağladığını söylüyordu. Göz göze gelmekten çekinerek masa üstünü taradı bakışları ve o zaman gördü bordo kılıflı günlüğünü. Çapraz duruşu bozulmamış kollarının arasında duruyordu karısının. Ne diyeceğini şaşırdı. Susuzluktan yanan içinin ateşi, yüzüne taştı. Kulaklarına kadar kıpkırmızı kesildi. Nutku kurudu, dili tutuldu. Başı önüne düştü. Ağır bir sükûnet çöktü ortalığa. Kim başlatacak derken karısı bozdu sessizliği. Bordo günlüğü, kocasının önüne itekleyip o vurucu soruyu sordu. “Bir adam ha?!” O an yer yarılsın, dibine girsin istedi. Her ikisinin arasında yanıtını bekleyen soruyu, perperişan haldeki karısını, çocuğunu her şeyi arkasında bırakıp karanlık sokaklara vurdu kendini.
Onun yapamadığını başarıp arafını sonlandırmıştı karısı. Yolunu açmış, yönünü belirlemişti, sokaklar çıkmaza götürmüyordu artık. kendi çıkmazıyla baş başaydı şimdi.