Merdivenle yukarı çıkan delikanlının eli saçlarının arasında kaşınan boşluğa gitti… Kafasında doktorun muzip sesi yankılandı:
“Üzülmeyin delikanlı, saç kökleriniz greve gitmiş… çalışmıyorlar. Ama bizim lokavt yapacak halimiz yok; neden isyan ettiklerini biliyoruz sonuç olarak.”
Ne hoş adamdı Doktor Agop. Beyaz gür kaşlarının altından sevecen sevecen bakıyordu insanın gözünün içine. Gülümseyerek dinliyordu doktoru avuçları terleyen Erdinç.”Neden isyan ettiklerini biliyoruz sonuç olarak. İsteklerini fazlasıyla vereceğiz ve bölge fabrikası tam kapasite çalışacak.”
B12 kürü altı seans sürmüş ve işe yaramıştı işte. Keşke birkaç kez daha gidebilseydi Erdinç fenol kokan muayeneye. Doktor Hacı Şakir kokuyordu.
Gerçekten de saç kökleri çalışıyordu çalışmasına da bu kadar kaşınmasıydı orası… Bitli gibi hatır hatır saçlarını kaşımak… Fark eden var mı diye çevresine bakındı Erdinç. İtiş kakışın arttığı öğle saatinde tepedeki güneşin altında, homurtular arasında kimsenin kimseyle ilgilenecek hali yoktu metro merdivenlerinde allahtan.
Ama görev aşkıyla yanıp tutuşan Tepegöz, her zaman olduğu gibi işinin başındaydı. Her küçük ayrıntıyı görüyor, hiçbir duygu ya da düşüncesini Tepegöz’ ün yargılarından (ki, genellikle suçlayıcı olurdu) kaçıramıyordu Erdinç. Sırt çantasının kayan sağ sapını omzuna yerleştirdi ışıklara doğru adım atarken. Kırmızıya denk gelmişti. Saçlarının arasına giden sol elini montunun cebine soktu. Tepegöz memnundu. Kaşıntıya dayanmak istercesine gözleri kısıldı Erdinç’in. Bu kez annesi aldı sözü:
“Bakma öyle Japon Japon… Çirkin oluyorsun!
“Boğazında bir taş yuvarlandı, yutkundu… Keşke etüde kalsaydım diye düşündü. Tepegöz, kulağına “Ebru” diye fısıldayınca, bal renkli saçlar dans etmeye başladı Erdinç’in gözlerinin önünde. Hem de Sıska’yla el ele tutuşmuş Ebru, Maçka Parkı merdivenlerini seke seke inerken.
“Defol git başımdan” diye haykıran kendi sesiydi. Tepegöz’e mi, Ebru’ya mı, Sıska’ya mı haykırıyordu Erdinç, belli değildi.
Ah Ebru, ah Ebru hep senin yüzünden Erdinç’ in Sıska’ ya böyle diş bilemesi. Oysa severdi Sıska’yı. Onun da başında bir anne vardı yemek tabağıyla peşinde koşturan. Nicedir Sıska’nın yüzüne bakmıyordu Erdinç. Sıska, tüm iyi niyetiyle birkaç kez yanaşmaya çalışmış, “git kanka başımdan, hiç iyi değilim” demişti her defasında. Sıska da başını çeviriyordu artık karşılaştıklarında. İşte insan böyle tenhalaşıyordu okulda. Dert değildi, arkadaşsızlık da idare ediliyordu.
Ahhhhhh ama bu kaşıntı… Cebindeki elini yumruk yaptı Erdinç. İçi çekiliyordu. Utanmasa, karşıya geçmeyi bekleyen bunca insanın içinde hoplayıp zıplamaya başlayacaktı… Ne mümkün!
Kaşıntı, Erdinç’in bedeninde dayanılmaz bir öncelik kazanmış, tırnaklarını göreve çağırıyordu. İnadı kırılmak üzereydi ki, gazete bayisinde müşterilerine akbil dolduran Necati, “Yakalayın… Hırsız!” diye bağırdı elinde su şişesiyle koşan bir çocuğun ardından. Trafik lambasının yeşile geçmesini bekleyenler dalgalandı; eşarbını sıkılayan bir kadın, çakma markalı çantasından cüzdanını çıkardı, Necati’ye suyun parasını verdi. Ortam, sakinleşti. Tepegöz “yerinden kımıldamadın ya, bu da senin şanın olsun” dedi usulca. Bugün cömertti Tepegöz. Bu cömertliğin keyfini süremedi Erdinç. Cebindeki elini öyle sıkıyordu ki, tırnaklarının avucunu kanatması an meselesiydi. Başını yerden kaldırdığında otelin önünde mostralık kalmış, can çekişen atkestanesinin cılız dallarında mahsur kalmış yavru sarmana takıldı gözü… En az dallar kadar cılız sarmanın sesi, motor gürültülerinin arasında hiçbir kulağa ulaşamıyordu. Erdinç, içinde bir yerlerde kopan “cız” sesini duymuş ve sarı yavruyu görmüştü. Heybetli belediye ve servis otobüsleri, geniş tekerlekli arabalar karşıya geçmesini engelliyordu. Çaresiz, ışığın yeşile geçmesini bekleyecekti.
Kaldırımdan yola adım atan Erdinç’in sırtından bir şimşek aktı, verdiği acı, kaşıntısını unutturdu. Son yedi yılında dünyadan kopmuş büyükbabasının “Sıçarım bu dünyanın çanağına” diyen kırçıllı sesi, yüreğini hafifletti delikanlının. Maçka Parkı’na falan gitmeyecekti. Odasında “I’m Englishman in New York” şarkısına sığınacaktı… Özellikle “be yourself”le başlayan ezgilere. Tepegöz başta olmak üzere hiçbir sese kulak vermeyecekti.
“Öyle mi?” dedi Tepegöz hiddetle… “Sting seni benden kurtarır mı sanıyorsun?!?!?!”
Adımları yavaşladı Tepegöz’ü duymamazlığa gelen Erdinç’in… Küçük sarmanı da unuttu böylece. Hızlanarak karşıya geçenlerden biri omzuna çarptı, “pardon” dedi çarpan omuz sahibi. Sol elini cebinden çıkardı “aldırma” dercesine bir işaret yaptı Erdinç. Sırt çantasının kayan sapını yine yerine yerleştirdi ve saçlarının arasındaki boşluğu parmak uçlarıyla tatlı tatlı kaşımaya başladı. Ama nafile… Geçmek bilmiyordu kaşıntı.
“Boşa kürek çekiyorsun beyefendiciğim, geçmez öyle” dedi Tepegöz, bilmiş bilmiş. Ve o çok sevdiği cümleyi kurdu yine:
“Otur… Sıfır!”
Erdinç, çaresizliğe sığınıp bir kez daha boyun eğdi ve gözleri sulanarak oturdu. Tepegöz, ses etmedi gözlerine. Dalgınlığına geldi belki.