Sözcüklerden sakınması olmayan bir ağıt bu…
Soğuk bir pazar günü, sabaha doğru, dördü on yedi geçe, büyük bir deprem felaketi yaşandı. Haritada yeri olan ama adı sanı pek duyulmayan küçük bir kent, hayaletler kentine dönüştü. Haberler en son bu ilin adını söyledi. Sanki burada hiçbir yıkım, hiçbir ölüm olmamış gibi. Apartmanlar, kâğıt bir ev misali, buruşturulup atılan dev yığınlara dönerken; insanlar sevdiklerini yitirdiler. Kalanlara bir haller oldu, kötü bir haller…
Koca beton yığınlarının çevresinde, ölülerini bekledi ufalan insanlar. Yarım insanlar, eksilen bulanık dünyalar. Unutulmuş o kentin dağlarında, ölülerin yanık türküleri yankılandı. Sokaklarda bitmeyen bir karanlık vuku buldu. Siyahın en koyusu parladıkça, parladı. Ateş düştüğü yeri yaktı, kor oldu, yürekleri dağladı. Ölüler kıyafetleriyle toprağa gömüldü.
Yardım çadırları çok sonra kuruldu. Suç ileriye geriye, hep başka bir yere atıldı. Ölülerin uzaktan tanıdıkları, enkaz çevresine yalnızca gönderilen yardımlardan kendilerine bir pay almak için gelip gittiler. En yakınları ise, her canlı çıkarılışında ölüp ölüp dirildiler. Virane kentin solan maviliğinde hayaletler dolaştı, durdu. Kuşlar uçmadı. Hepsi korkudan başka diyarlara göç etti. Yıkıntıların arasından cansız bedenler pat pat yere düşerken, hayaletler dokundu ellerine. Elleri ki, belirsiz bir boşlukta soğuk ölümü tuttu tuttu, bıraktı. Onun ellerine benzedi elleri. Kuru, çatlak ve yorgun. Geceleri, ayazda durup dinlenmeden, söylenmeye başladı hayaletler korosu: “Bir teselli yok sana, iyi bir haber yok.”
Kurtarma ekiplerinin başka canlı beden arayışlarına katıldı. Çökmüş bir evin içinden canlı bir sinyal geliyordu ama canlı bir bedene ulaşılamıyordu. Ertesi gün, o canlı sinyalinin evde beslenen bir kuşa ait olduğu ortaya çıktı. O çöken binadan tek kişi bile kurtarılamadı. Çıkan kuş da bulutlu gökyüzüne salındı. Yürüdü, durmadan yürüdü. Onun sağ salim çıkmasını bekledi. Zorlu arayışların ardından, günler sonra o, sağ salim çıkamadı. Ümitle bekleyendeki salimlik de berhava oldu. Saatlerin ibresi kaydı, zaman mefhumu şaştı. Güneş açtığında gündüzü, güneş battığında geceyi fark etti. Ay, bulutların arkasında belli belirsiz göründü. Yıldızlar yoktu. Bilinmeyen bir pırıltı aldı gözlerini. Ürpertici karanlıkta yeniden dillendi hayaletler korosu:
“Artık onun sesi yok. Olmayacak da. Bu yokluğa alış. O yok artık. Yok. Dünya bu kadar işte. Bu kadar. Başka? Başka bir şey bekleme! Onunla ilgili hikâyen buraya kadardı. Onun gibi onurlu yaşa. Bu kirletilmiş evrende, iyi kalmak çok zor ama sen yine de iyi ol. Zalimlik gördükçe zalimleşme. Riyakârlık gördükçe yüz değiştirme. Sütü bozukların basit oyunlarına kanma. Temkinli yürü. Çiçeklerine su ver. Yoksulları unutma. Onun adına sadaka çıkar, iyilik yap. Ebedi dualar oku. Kaybetme, içindeki umudu. Vazgeçme doğacak günden. O yok artık. Yok.”
Kentin boğucu uğultusunda, savrulan tozunda, dağılan döküntülerinin içinde, hayaletler korosu sustu. Bir daha, onların yürek burkan söylemlerini işitmedi. Gökyüzünden yeryüzüne doğru durmadan ölüm yağmurları yağdı. O içli yağmurların altında ıslandı. Ölülerden sonra adsız hayaletler gezindi her yerde. Artık konuşmayan, şarkı söylemeyen hayaletler. Kalanlar konteynır kentte nefes alıp verdi. Yürüyen o dul, o yetim, o öksüz, o evsiz, o kimsesiz gölgeler mi? Onlar artık yaşayan birer ölüydüler. Yeryüzündeki diğer eller, bu yaşayan ölüleri, bir kez olsun içtenlikle kucaklamadılar. Dahası hokkabazlıklarını sürdürdüler. Bundan hiç utanmadılar da… Gidenler götürdükleriyle, kalanlar yitirdikleriyle kaldı. Sonradan gidecekler, götürecekleri yaşanmışlıkların; onların ardında kalacaklarsa, yitirdiklerinin ne olacağını bilmediler. Ne de olsa insan yaşamadan bilmezmiş, yaşattığını da yaşamadan ölmezmiş.