“Dünyada, insanlar dâhil, eskimeyen hiçbir şey yoktur.”
“Daha doğduğumuz andan itibaren ileriye sarıp, eskimeye başlarız.”
“Etrafımızdaki her şey canlı cansız ne varsa hepsi ama hepsi eskimeye koşarlar.”
“Bu yüzden ilerlemek, yeniye doğru değil, eskiye doğrudur.”
“Devrim, oluşum, erişim, tamamlanma hepsi eskinin evreleridir.”
“Yaşanılan, yaşanmış olan ve yaşanacak olan da eskinin bölüngüleridir.”
Bunlar gibi daha ipe sapa gelmez, saçma sapan bir yığın söz, ışıklı tabelada akar gibi gözlerimin önünden akıp geçiyor. Beni baskılıyor, uyutmuyor, sabahlara kadar boğuşuyorum bu ışıklı dizgelerle.
El ayak çekilip, başımı yastığa koyduğum andan itibaren o sinsi tıkırtılar, tüm bedenimi kemirmek istercesine ayak parmaklarımdan başlayıp beynime kadar ilerliyor. Kulaklarımı tıkasam da boş, sanki tıkırtılar içimde ürüyor. Seslere dikkat kesildiğimde tıkırtılar bir an için duruyor; sanki bir şeyler durum değerlendirmesi yapıyor, hayati bir şey yoksa yoluna çoğalarak devam ediyor. Aylarca bu seslerin kaynağını aradım, odamın altını üstüne getirdim ancak sesin kaynağını bulamadım. Giderek bu seslerin gizil bir dünyanın ürünü olduğuna ve bana birtakım iletiler gönderildiğine inanmaya başladım. Çünkü olay sadece bu seslerden ibaret değil. Bunlarla eş zamanlı olarak ışıklı cümleler dizgesi de gözlerimin önünden akmaya başlıyor. Abartılı ve dağdağalı “eskilik-yenilik güzellemeleri” içinde buluyorum kendimi; eski mi, yeni mi? Ya da buna benzer saçmalıklar…
Bir keresinde bu ışıklı güzellemelere karşılık olsun diye bilinen bir özdeyişi kafamdan geçirir gibi oldum. “Eskiye rağbet olsa ‘bitpazarına’ nur yağar!” sözü daha kafamın içinde dolaşmaya yeni başlamıştı ki, o anda anlam veremediğim bir güç beni yatağımdan alıp yere çaldı. Bir anda dünyam karardı, ışıklı tabela söndü, beynim durdu. Köşeme pustum. Adeta ağır bir baskı altındaydım; düşünmekten korkuyordum. Ancak bu arada, gözlerim ışıklı tabelaya ilişti. Düşüncelerimin eş zamanlı olarak, tabelalardan aktığını görünce korkularımın boşuna olduğunu anladım. Saklım-gizlim kalmamıştı; her şey ortadaydı, Bu bana güç ve cesaret verdi. Bir anda iradem dışında haykırmaya başladım.
“İnsan, düşüncelerini haykırabildiği ölçüde özgürdür!” Ya da; “Özgürlük, insanın düşüncelerini haykırabilmesidir ” diyerek odanın ortasında koşmaya başladım. Bir müddet sonra odamın kapısı vuruldu. Bu ses, beni kendime getirdi. İki katlı eski bir konağın girişinde bir başına yaşayan yaşlı biriydim. Hayatta yalnızlığımdan ve korkularımdan başka bir şeyim olmadı. Üst katta oturan yardımsever genç evliler bana sahip çıkıyorlardı. Seslerin şiddeti bir boğazlanmayı andırınca merak içinde gelip kapımı çalmışlar, bir şeyimin olup olmadığını sormuşlardı.
Ne diyebilirdim ki? Onlara kâbus gördüğümü şu an için rahat olduğumu söyledim. Ancak, “epeydir sıkıntılarınızı biliyoruz, uygun bir zamanda sizi bir psikoloğa götürmek istiyoruz.” diyerek ayrıldılar.
Rezil olmuştum. Evet, her şey onun yüzündendi; bir tıkırtıyla başlıyor, giderek bu tıkırtılar vahşi seslere ve ışıklı dizgelere dönüşüyordu. Bu sesler ve bu ışıklı dizgeler beni esir almıştı. İkircikli ve esrarlı bir hal yaşıyordum. Başım ağrıyor, soğuk soğuk terliyordum. Bir şey düşünemez olmuştum. Sanki bu ışıklı dizgelerle beynim arasında bir paralellik, bir eş-zamanlılık vardı. Çoğu zaman bu düşüncelerin bana mı, yoksa tabelaya mı ait olduğunu bilemiyordum. Gerçekten bu ışıklı düşünceler kimin ürünüydü? Beynimin mi, ışıklı tabelanın mı? Acaba hangisi hangisini tetikliyordu? Ben mi tabelaya, yoksa tabela mı bana hükmediyordu? Tabelanın beynime hükmetmesi olağanüstü bir şey olabilirdi. Bu durumda, tabelalar bana gaipten haber veriyor, ya da gizil bir güç tabelalar vasıtasıyla bana iletiler gönderiyor olabilirdi. Bunu nasıl test edebilecektim? Başımı ardına yasladım ve derin bir nefes alarak düşünmeye başlamıştım ki; ışıklı dizgeler de ekranda akmaya başladı: “güzel söylüyorsunuz ama işin başı yenilik. Yeni olmadan eski olur mu?” Hem insanların meyli de gönlü de yenidedir; ‘yeniyi nereye asayım, eskiyi nereye atayım?…”
Hiç müdahalem olmamıştı; tabela kendi kendine konuşuyordu. Şaşırmıştım. Beynim boş durmuyordu, yazılar da akmaya devam ediyordu:
“İşin bir ucunda yenilik, diğer ucunda eskimek vardır. Yeni olmadan eski olamaz.”
“…her ikisinin de tohumu birbirinin içindedir. Tıpkı geceyle gündüz gibi…”
Hayretler içindeydim; tümceler düşüncelerime uygun gibiydi ancak yine de emin olamıyordum.
Bu kez hiç düşünmemek istedim ama bu da pek mümkün olmuyordu. Beynimin içi kaynayan kazan gibi fokurduyordu. Düşünceler birbirini boğazlıyordu. Bu arada tabelayı da göz ucuyla izliyordum. Ekranda karınca kaynıyordu. Bir anda ekrandan fışkıran karınca orduları her yeri kapladı. Elim, yüzüm, kulak içlerim ve göz çukurlarım karıncaların istilasına uğramıştı. Acılar içindeydim gözlerimi açamıyor, başını kıpırdatamıyordum. Sonrasında ne olduğunu bilemedim.
Sabah kuşluk vaktinde kapımın çalındığını duydum. Sese uyanıp gözlerimi açtığımda yerdeydim. İçimi korku sardı. Yatağımdan düşmüştüm. Kapının çalınması bana ‘imdat koluna’ asılmak gibi geldi, Kendimi toplamaya çalıştım. Bütün bedenim ağrılar içindeydi, kapıyı zor açabildim.
Yukarıdaki yardımsever komşularım; Erhan Bey ve eşi karşımdaydı. Gece onlara bir sıkıntı (rahatsızlık) yaşattığımı düşünerek özür dilemekle işe başladım. Ancak onlar beni öğleden sonra doktora götürme haberini vermek için geldiklerini söylediler.
O gün öğleden sonra doktorda olduk. Doktor genç sayılmazdı ama yaşlı da değildi; dinamik ve bilge bir görünüşü vardı. Beni şefkatle karşıladı; hal hatır sordu, tansiyonumu ölçtü ve güzel sohbetiyle beni rahatlattıktan sonra anlat bakalım dedi.
Doktora içinde bulunduğum durumu; korkularımı, hezeyanlarımı, soğuk soğuk terlediğimi, kendi kendime konuşup haykırdığımı, beynimi ve bedenimi kemiren o tıkırtıları ve en önemlisi de kendi kendine konuşan ve gaipten seslenen o feylesof bozuntusu ışıklı tabelaları bir-bir anlattım.
Doktor, beni uzun uzadıya dinledi hatta daha sonrasında merak edip evime kadar geldi. Yattığım odayı gözden geçirdi. Ayakucundaki gardırobu görünce bir ona bir de bana baktı ve bıyık altından gülmeye başladı. Bana dönerek;
“O her şeyin başı olan tıkırtı bu gardırobun içinde, bunun sebep olduğu korkularla ışıklı tabelalar da kafanın içinde” dedi. Sonrasında devamla; sıkıntının bilimsel adı, “fobofobi ” yani, fobilerden korkma yani korkulardan korkma, hastalığı. Baş ağrıların, soğuk soğuk terlemen, içsel hezeyanların da hep bu yüzden. İnsan beyni ve ruhu çok hassas, bir tahta kurdunun içinde yuvalandığı tahtayı kemirirken çıkardığı ses gecenin içinde duygusal vuruğa (travmaya) ve kaygı bozukluklarına yol açmış. Önemli bir şey değil, verdiğim ilaçları kullan ve dinlen, en önemlisi de gardırobunu yattığın odadan çıkar.”
Bunca yaşıma rağmen tahta kurdunun ne olduğunu ve bunların ağaç eşya ya da eski mobilyaların içinde egemenlik kurduklarını bu vesileyle öğrendim. Gerçekten de geçen yıla kadar giysilerim torbalar içindeydi. Dişimden tırnağımdan arttırdığımla biraz da nostaljik olsun diye bitpazarından bu gardırobu satın almıştım.
Bilgisizliğimin cezası çektiklerim olmuştu. Gardırobun cezası da o kış sobada yakılmak oldu.