“Safiye, kızım, bana bir fincan çay koyuver.”
Safiye etekleri tutuşmuş şekilde mutfaktan koşarak geldi. Büyük Hanımın ağzından bir kere çıkardı söz. Ama bu sefer tabak çanak gürültülerinden duymamıştı. Erkenden toplanıp yarınki davet için yapacakları yemekleri hazırlamaya başlamışlardı. Patatesler soyuluyor, sebzeler ayıklanıyor, eksik kalan malzemeler için aşçı yamakları çarşıya yollanıyor, meyveler yıkanıyordu. Bir taraftan da her şeyin eksiksiz olması için masa örtüleri, dantel peçeteler yıkanıp ütüleniyor, gümüş çatal bıçaklar, servis kaşıkları, şekerlikler parlatılıyordu.
Safiye koşuşturmaktan yorgun düşmüştü. Yine de hoşuna gidiyordu bu telaş. Sonunda ortaya çıkan şey sanatsal, renkli, kusursuz bir şölendi. Paşa dede pek o kadar aldırmazdı ama büyük hanım çok titizdi. Tek bir şeyi eksik bulsa, hemen yüzü değişir, sertleşir, yeni işler çıkarırdı. Onun için aşçıbaşı Sefer Usta herkesi çok sıkı kontrol eder, kimsenin gözünün yaşına bakmazdı.
Davet günü geldiğinde hazırlıklar tamamlanmış, akşamüstü olmuş, konuklar görünmeye başlamıştı. Gelenler konağın üst katına buyur ediliyor, hâl hatır soruluyor, kolonya, kahve, gül lokumu ikram ediliyordu. Büyük Hanım henüz odasındaydı. Sesini duyuramadığı için biraz sabırsız, ne giyeceğini düşünüyor, topuzunu süsleyeceği firketeyi seçmeye çalışıyordu. Safiye çekinerek kapıyı tıklattı, yavaşça açtı, Büyük Hanım başını çevirip baktı. “Şu köşedeki sehpaya koyuver kızım. Bir de elbisemin düğmelerine yardım et de hazırlanayım.” Safiye, Büyük Hanımın fincanını dikkatle berjerin yanındaki, zarif iğne oyası bir örtüyle süslü mermer sehpaya bıraktı. Büyük Hanım çayını başka fincandan asla içmezdi. Fincanı Safiye kendisi yıkar, sonra mutfak dolabındaki özel köşeye saklardı. Kenarları altın yaldızlı, ince porselenden, üzerinde pembe güller olan, tabağının kenarları şekilli antika bir fincandı.
Safiye nazikçe Büyük Hanımın sırtındaki düğmeleri ilikledi. Ters bir kadın olsa da Büyük Hanımı severdi. Onun sert görünüşünün altında yumuşak bir yüreği olduğunu, konakta olan biten her şeyi ince ince düşünüp hem düzeni hem de ilişkileri sessizce yönettiğini anlardı. Dahası, gençlerle de arası iyiydi Büyük Hanımın. Herkes elini öpmeye gelir, önemli bir karar almadan önce ona danışırdı. Evlenirken mutlaka onun fikri sorulur, gelinle damat onu özel olarak ziyaret ederdi. Sevilir ve sayılırdı.
Paşa dedeyle çok genç yaşta evlenmişti. Konağa gelin geldiğinde evin hanımı hasta yattığı için evin bütün idaresi ona kalmıştı. Kayınvalidesinden çok şey öğrenmişti. Şimdi de bildiklerini gelinlerine, kızlarına, bir de Safiye’ye öğretiyordu. Safiye onun kızı gibiydi. On senedir Büyük Hanımın yanındaydı. Gençler kendi aralarında eğlenip havailik yaparken Safiye onun yanından ayrılmaz, dertlerini dinler, gözünün içine bakardı. İyi sır tutardı. Büyük Hanımı hiç yalancı çıkarmamıştı bugüne kadar. Öğrenmeye de meraklıydı. Mutfaktaki işlerini bitirdikten sonra hemen büyük hanımın yanına koşar, onun yaptığı el işlerini öğrenmeye çalışır, onun hayat hikayesini dinler, bazı anıları tekrar tekrar anlattırırdı. Büyük Hanım da hiç sıkılmaz, bir daha anlatırdı. Anlatırken uzaklara dalar, bazen gülümser, bazen hüzünlenirdi.
Hikayelerden biri de bitpazarı hikayesiydi. Kendi başından geçmemişti ama aşçısı Sefer Usta anlatırdı. Sefer Usta bu konaktan önce başka bir evde çalışmıştı. Evin sahipleri yaşlanmış, çocuklarını da hastalıktan kaybetmişlerdi. Koskoca konakta yapayalnız kalmışlardı. Sefer Usta onlar için çok üzülür, yufka yüreğiyle her işlerine koşar, onlar için elinden geleni yapardı. Evin hanımının bir merakı vardı. Zaman zaman arabayı hazırlatır, şehrin biraz dışında kalan bitpazarını ziyarete giderdi. Sefer usta at arabasını uygun bir yere bağlar, hanımına eşlik ederdi. Bu kaçamak ziyaretlerde evin beyi genellikle öğle uykusunda olurdu. Naime Hanım bitpazarına gittiğinde çocukluğuna geri dönmüş gibi olurdu. Kutuları, bibloları, tabakları tek tek eline alır, hayran hayran seyreder, her birinin nereden geldiğini, ne kadar eski olduğunu anlamaya çalışır, bu eşyaların eski sahiplerini hayal ederdi. Satıcılar genellikle fazla şey bilmezlerdi. Ama gide gele değerli olanla olmayanı ayırabilmeye başlamış, bitpazarındakilerle ahbap olmuştu. Ara sıra sevdiği bir abajur ya da tablo bulduğu, satın aldığı da olurdu. Eve geldiğinde yeni eşyasını sevdiği bir köşeye yerleştirir, onunla konuşur, hikâyesini ondan dinlermiş gibi derin bir bağ kurar, mutlu olurdu. Beyi uyanıp onun bu halini gördüğünde bizim hanım yine başka dünyalarda dolaşıyor der, gülerdi. Bazen de bir inci kolye ya da broş bulurdu Naime Hanım. Akşam yemeğinde bunları takar, eski güzel anıları yaşıyormuş gibi hissederdi. Aldıklarını hediye ettiği de olurdu. Hediyeleri verirken hikayelerini anlatır, onların yeni sahiplerinde yaşamalarını isterdi.
Bir gün yine bitpazarında dolaşırken kenarları yaldızlı, ince porselenden, pembe güllerle süslü bir çay fincanı bulmuştu Naime Hanım. Fincana bayılmıştı, hemen satın aldı. Evdeki camekanın içine özenle yerleştirdi. Önceleri onu kullanmaya kıyamadı. Fincanla konuştu, dertleşti, hayaller kurdu. Ama fincan onunla yaşamak istiyordu. İçine koyduğu çayı dudaklarına götürürken, sapından tutarken, bir yudum alıp tekrar tabağına bırakırken onu hissetmek, yaldızlı kenarlarını, üzerindeki pembe gülleri seyrederken gözlerindeki bakışı görmek istiyordu. Sonunda Naime Hanım fincanı yerinden çıkardı, her akşam üstü çayını içerken ve yanında üzümlü zencefilli kurabiyelerini yerken, fincanla dostluğunu ilerletmeye başladı. Fincan da o da mutluydular. Ta ki evin beyi artık kalp hastalığına dayanamayıp aralarından ayrılana kadar.
Beyini toprağa verdikten sonra Naime Hanım artık yalnız kalmıştı. Uzakta yaşayan akrabalarının yanına taşınmaya karar verdi. Sefer Ustayla bitpazarına gittiler ama bu defa evdeki eşyaları satmak için. Ahbap olduğu satıcılardan biri eve geldi, eşyaları bir bir arabaya yüklediler. Naime hanım dertleşip konuştuğu, hayatını paylaştığı resimlerle, çerçevelerle, lambalarla, takılarla tek tek vedalaştı. Gidenlerin arkasından hüzünle bakıyor, Sefer Usta da bir köşede sessizce durmuş bu vedalaşmayı seyrediyordu. Naime Hanım en son, o çok sevdiği yaldızlı çay fincanıyla vedalaştı. Sonra Sefer Usta’ya döndü. “Bu zamana kadar bizim için her şeyi yaptın Sefer Usta” dedi. “Ailemizden biri oldun. Son günüme kadar yanımdaydın. Ben de sana bir anı vermek istiyorum.” Çay fincanını Sefer Usta’ya uzattı. “Bu fincana baktıkça beni hatırla. O sana beni anlatacaktır. Belki sen de bu fincanın hikayesini bir başkasına anlatacaksın. O zaman ben de bu fincanla yaşayacağım.”
Sefer Usta’nın gözünden birkaç damla yaş aktı. Hanımının uzattığı fincanı minnetle aldı. Evin önünde Naime Hanımı götürecek olan at arabası bekliyordu. Birkaç bavula sığdırdığı yaşantısını arabaya yüklediler. Yaşlı gözlerle helalleştiler. Arabanın arkasından el salladı Sefer Usta. Gözden uzaklaşana kadar peşlerinden baktı. Sonra eve son bir çeki düzen verip kapıyı kilitledi, konaktan ayrıldı. Yeni evi, Büyük Hanımın mutfağıydı.
Safiye bu hikâyeyi tekrar tekrar anlattırırdı Büyük Hanıma. Büyük Hanım da üşenmez, anlatırdı. Sefer Usta önceleri fincana dokunmadı. Çünkü ona bitpazarında Naime Hanım’la geçirdikleri zamanları, yaşadıkları küçük maceraları, eşyalarda gizli olan anıları ve Naime Hanımın onlarla olan bağını hatırlatıyordu. Bir gün Naime Hanımın da artık bu dünyadan ayrıldığını, geçmiş zamandan gelip onun hayatına uzanan o çok sevdiği şeylerin yanına gittiğini öğrendi. O zaman karar Verdi. Fincanın yeni bir sahibesi olacaktı. Bu özel fincanı hikayesiyle birlikte Büyük Hanıma verdi. Artık o hikâye Büyük Hanımla ve Safiye’yle yaşayacaktı
Safiye ruhu olan bu güzel çay fincanını özenle yıkadı, mutfak dolabındaki gizli köşeye koydu. Mutfaktan el ayak çekildiğinde fincanı tekrar yerinden çıkardı, gününün nasıl geçtiğini, konakta neler olduğunu, bitirdiği el işlerini, büyük hanımın kendisiyle paylaştığı sırlarını anlattı ona. Sonra iyi geceler dileyip tekrar köşesine kaldırdı.