En güzel hikâyeleri bulduğum Bomonti bitpazarı benim nefes aldığım yerdir. Tek eğlencem. Ne eş var ne çocuk ne de akraba. Öylesine görüştüğüm bir iki kişi dışında arkadaş da pek var sayılmaz. Herkesi uzak tutarım hem kendimden hem evimden. Uzun zaman önce arkadaş kategorisine koyduğum birini davet etmiştim nedense. “Adım atacak yer yok burada, nasıl yaşıyorsun sen bu kadar ıvır zıvırın içinde, çöp ev burası” deyip arkasına dahi bakmadan çekip gitmişti. Bir daha da kimseleri evime çağırmadım. Onun ıvır zıvır dediği benim kıymetlilerim. Hepsinin özenerek seçtim. Hepsinin ayrı bir hikâyesi var. Şu kenarda duran lamba Fransız devriminden kalmış. Sarayı yağmalarken biri almış, kenarı da o zaman kırılmış. Çalışmıyor ama ne önemi var o dönemi anımsatıyor bana. Onun hemen arkasında duran şişko ayı -adını Selami koydum- Amerika’dan gelmiş. İçinde silah taşımışlar ve o silahla suikast yapılmış. Onun için karnı öyle patlak. Hemen yerde duran eski ve yıpranmış görünen halı ise İran’dan kaçarken bir ailenin getirdiği. Sadece bunu alabilmişler yanlarına. Duvarda asılı tablo keşfedilmemiş on sekizinci yüzyıl ressamlarından. Modern resmin ilk denemeleriymiş. Hiçbir yerde sergilenmemiş. “Tablonun ortasında sadece küçük bir delik olduğunu sanıp anlamıyor insanlar ama siz başkasınız” demişti satıcı. “Bir bakışta önemini kavradınız. Ressam burada evrene açılan kara deliği ve sonsuzluğu anlatmış. “Ona baktığımda gördüğüm de bu. Dolabın yanında duran yelpaze Çin İmparatoriçesinin. O zamanlar Çin’e yolu düşen gezgin bir Türk getirmiş ülkeye. Yıllarca el değiştirip durmuş. Sonunda bitpazarında antikalarının değerinin çok altında satan Şenol abinin eline geçmiş. Zorla aldım elinden. Yoksa satmıyordu. Şenol abinin tezgâhını çok severim. Orada saatlerce otururum. Gelip giden müşterilere bakarım. Bazı müşteriler hikâyelere kulak asmaz. Kafa sallayıp geçer. Bazıları dinler ama önemini fark etmez. İçimden kızarım bunlara. Şenol abi ise gülüp geçer. “Vallahi sen başkasın” der bana. “Senin algın öyle geniş ki bu salaklar anlamıyor hiçbir şeyden.” Sırtımı sıvazlar çay ısmarlar muhabbete koyulur.
İşte yine güneşli bir İstanbul sabahı yollardayım. Şenol abiden gelen telefon yüzünden gözüme uyku girmedi. İnanılmaz bir parçanın eline düştüğünü söyledi. Bugüne kadar aldıklarım hiçmiş. Ancak ederi çok yüksekmiş. Önemli değil dedim. Elde kalan dairelerden satabilirim. Ne olduğunu söylemedi ama o da öyle heyecanlıydı ki. Bir sürü şey geçti aklımdan sabaha kadar. Birazdan ne olduğunu öğreneceğim için içim kıpır kıpır. Şişli’den aşağıya Bomonti’ye kanatlandım sanki. Şenol abi tezgâhını daha yeni açıyor.
“Vay İhsan kardeş, çok erkencisin bakıyorum.”
“Sabahı zor ettim Şenol abi. Nedir ha ne buldun ne geçti eline?”
Şenol abi sus işareti yapıyor eliyle. Seyyar sandalyesini açıp oturmam için işaret ediyor.
“Kimseye çaktırma şu tezgâhı yayayım sonra bakarız. Fark etmesinler.”
Gazete kağıtlarına sarılmış bibloları, cam küllükleri, eski saatleri, seramik fincanları çıkarmasını sabırsızlıkla izliyorum. Geçmek bilmiyor zaman. Nihayet son parçayı da tezgâha koyup bana dönüyor. “Termosta sıcak çayımız var, iki de simit almıştım gelirsin diye.” Beni daha da heyecanlandırmak ister gibi ağırdan alıyor her şeyi. Ellerim titriyor. Sonunda gözlerini gözlerime dikip bakıyor.
“Bak, bu göstereceğim şeyi ömrün boyunca arasan bulamazsın. Topkapı Sarayı’nda olduğunu söylüyorlar ama değil. Burada, bu çantada. Hişt sessiz, kimseye çaktırma. Önce her zamanki gibi hikâyesini dinle. Bu şey 1. Mahmud zamanından Nadir Şah’a hediye olarak gönderilmiş. Ama hediye İran’a ulaşamadan iç savaş çıkmış Şah öldürülmüş. Bunu götüren adamlar da geri dönüp hazineye teslim etmişler. Şimdi hazır ol gösteriyorum.”
Çantasından siyah kadifeye sarılı onu çıkarıyor, gözlerimden yaşlar süzülüyor böyle bir güzellik görmedim. Ucu hafif kıvrık bir hançer kını.
“Bu hançer kını altından. Usta kuyumculara yaptırılmış. Ta o zamanlardan düşün. Görüyor musun üzerindeki mineleri? Bunlar elmas, şu kıvrık ucundaki kocaman zümrüte bak.”
Yavaşça elime bırakıyor. Sevgiliyi okşar gibi okşuyorum.
“Yalnız acayip pahalı. Hatta değeri ölçülemez ama seni sevdiğimden bir şeyler yapacağım. Şöyle bir şey söylemem gerekiyor hani bu ne kadar eder diye merak edip sakın kuyumcuya falan götüreyim deme. Mümkünse bunu kasada sakla. Hatta kasan yoksa bir kasa al. Kapıları falan kilitleyip bak. Maazallah çalmaya kalkan olur. Bir de yemin et, kimselere bundan söz etmeyeceksin.”
Böyle bir şeyin elime geçtiğime inanamıyorum. Üzerindeki değerli taşlardan gözüm kamaşıyor.
“Bu çok pahalı dedin ya. Ne kadar?”
“Bak canım kardeşim. Başkası olsa asla bunu konuşmam ama dedim ya sen başkasın. Sana güveniyorum ben. Satmayacağını da biliyorum. Bu değerli parça ancak onun değerini bilenlerin elinde değer kazanır. Şimdi hani senin şu Beşiktaş’ta bir dairen vardı. Söz etmiştin bana. Onun karşılığında veririm bunu sana. Sadece senin için.”
Havalara uçuyorum. Bu kınıyı alabilmek için iki daire istese verirdim. Bu kadar değerli bir parça.
“Tamam Şenol abi. Hemen işlemlere başlıyorum. Peki bunun hançeri?”
“Ha bak, ona ulaşmak çok çok zor ama bir adamım var galiba onu da bulacak. Bu işlemleri yapar onu da bulmaya çalışırız.”
Şenol abinin boynuna sarılıyorum. Hançerin kınını kadife beze sarıp koynuma sokuyorum. Ellerine sımsıkı sarılıyorum dayanamayıp kucaklıyorum. Heyecan ve mutluluktan sarhoş bir şekilde koynumdaki değerli şeye sarılarak hızlı adımlarla bitpazarından uzaklaşıyorum.