“Bak, bak! Geliyor yine seninki,” diye dürttü arkadaşını. Emirhan, tezgahının bulunduğu pazar sokağının köşesini dönen Madamı görür görmez bir of çekti, “Hay dilimi eşek arıları sokaydı da söz vermez olaydım,” dedi sıkıntıyla. “Onu verirken düşüncektin oğlum! Geçti Bor’un pazarı, sür eşeğini Niğde’ye…” “Dalga geçme lan, sararsam başına görürsün Hanyayı Konyayı” “Aman abi aman, ben ettim sen etme, bitpazarı, bitpazarı olalı böyle ısrar görmedi ya! Neymiş bu plak böyle, abicim? Haa, bi de ketum mu ketum ki hanımefendi… N’apcan Madam diyoruz… Tısss seninki… Ama sana bi şi diyeyim mi? Bi aşk meşk meselesi değilse bu iş, bırakırım bu tezgahı vallahi…” “Ya, ya… yedik biz de… Ne iş yapacan oğlum sonra? Çok merak ettim doğrusu?” “İş aramama gerek yok ki abicim, yüzde yüz eminim ben…” ”Ya, demek öyle… Görürsün şimdi sen!” “Hop, hop! N’oluyo ya?” “Oooo… Hoşgeldiniz Madamcım. Biz de merak etmeye başlamıştık, nerde kaldınız diye!” “Ah, öyle mi vire? Çok mutlu ettiniz beni… Ben de endişelenir idim, sizi rahatsız edorum, diye… “Aaa, hiç öyle şey olur mu? Gelmeyince, özleniyorsunuz vallahi! Hele Burak… Gözü yollarda kaldı inanın.” “Sahidir? Ah, Burak evladim, çok mutlu olmişim.”
Burak kem küm ederken, Emirhan lafı yapıştırdı: “Ya Madamcım, çok üzgünüm… Size söz verdim biliyorum fakat bir türlü bulamadım gitti şu plağı. Ama Burak bir ümitli bir ümitli… Diyor ki: Ah, Madam bir anlatsa neden bu plağı bu kadar arıyor, vallahi motive olucam, Fizan’da olsa gidip bulucam… Di mi Burak?” demesiyle Burak kıpkırmızı kesildi. “Yok, Madamcım yok ya, uyduruyor bu salak. Bilirsin ne dalgacı olduğunu. Zaten dalgacılıktan bulamadı ya senin şu plağı…” “Ah öyle mi vire, Burak evladim, merak edersin, neden idir bu ısrarim…” “Bak, orası doğru Madamcım, gerçekten merak ediyorum, neden ararsın, aratırsın bu plağı, bu kadar… Altı ay oldu bıkmadan usanmadan maşallah, her hafta, uğruyosun…” “Eh, madem öyledir… Bunca merak ederisin, anlatayim o zaman. Lakin bir şartim varidir.” “Duydun mu Burak?” Emirhan’a kızgın bir bakış atarak sordu: “Öyle mi? Şimdi de şartınızı merak etmem lazım, anlaşılan!” “Dinleyesiniz madem! Ne zaman bulursun plağimi, ben de dinlerim, ancak o zaman dinlerisin sen de benim hikayemi… Kapiş?” “Ne piş?” “Yanim anlaştik mi deorum…” Bastonuna iki eliyle dayanmış, muzip gülümsemesiyle Burak’ın yüzüne bakıyordu. Bastonu olsa da dimdikti bedeni. Sanki havasına ya da gerekirse savunma mekanizması olsun diye kullanıyordu ince, çelik, zarif aleti. Gümüş renkli saçlarını kolyesiyle eş güzellikte albenili bir inci bir tokayla ensesinde toplamış, her zamanki zerafeti içerisinde, eski eşyalarla dolu tezgahların arasında, eskimeyen bir abide gibi duruyordu, vazgeçilmezi siyah etek buluzuyla. Yaz sıcağının iyice bastırdığı öğle saatlerinden midir, yoksa iddianın çetinliğinden mi, bilinmez Burak, alnında top top biriken ter damlalarını elinin tersiyle silerken göz ucuyla Emirhan’ı yokladı. Bıyık altından kıs kıs güldüğünü fark edince, canlandı birden: “Tamam ya, tamam! Madem ikiniz bir oldunuz bana bir oyun edorsunuz, görorum işte ben de restinizi… Size söz Madamcım, bulucam o meşhur ve meşum plağınızı…” “Aaa, meşum demeyiniz lütfen, Burak evladim! Siz bulunuz plaği, tılsımlidir o. Bakiniz nasil uğur getirecek size, işlerinize… Zira, vakti zamaninda bana çok… Oooo! Afederisiniz, nerdeyse kaçiracaktim ağzimdan tılsımimi… Helecanla bekleyeceğim gelecek haftayi. Umarım çabucak bulursuniz plağımi…” diyerek uzaklaştı, sevincinden sekiyordu sanki.
Lakin bir iki hafta geçmesine rağmen bir umut ışığı görünmüyordu ufukta. Madam, aralıksız uğramaya devam ediyor, çocuklar onu gördükçe bitpazarını terk etmeyi düşünüyorlardı, adeta. Nihayet bir gün talih kuşu çat kapı gelip kondu başlarına. Yıkılan bir apartmanın çatı katından çıkan bavul, eskici Osman Baba’nın seyyar tezgâhında buldu kendini… O da kaptığı gibi kankilerine getirdi. Kapağı açtıklarında ikisi birden şaşkınlıktan bakakaldılar. İşte, yedi sekiz aydır tırım tırım arayıp da bulamadıkları o meşhur ve meşum plak tıpış tıpış ayaklarına gelmiş onlara bakıyordu eski püskü bavulun eski püstü eşyalarının en tepesinde… Sahibinin Sesi’nden: Sadeddin Kaynak… “Bir Esmer Dilberin Hüsnüne Vuruldum” yazıyordu taş plağın üstünde… “Eh be birader, nihayet…” “Nihayet kavuştuk sana…” diye tamamladı Emirhan. Sevinçle birbirlerine sarıldılar, taş plak oyun havası çalıyormuşçasına dokuz sekizlik döktürmeye başladılar. Hem kahkahalar hem de hadi gülüm yandan yandan diye beceriksizce göbek atmalarla soluk soluğa kalınca, eski eşya dükkanlarındaki koltuklara bıraktılar kendilerini. “Vay be! Dinime imanıma, parasında değilim. Her hafta her hafta… Neydi o öyle kardeşim… Bitti kâbus oğlum, bitti… Anlıyosun di mi?” “Anlamam mı abi ya, hele sen Burak bulur golünü attıktan sonra iyice kabusa dönmüştü hayat benim için. Bazı geceler rüyama bile giriyodu oğlum.” “De me ya, e, hiç bahsetmedin…” “Heee, söyliyeyim de yetiştir kadına, rezil et bi daha beni…” “Yok ya, abarttın sen de. Neyse neyse boşver bunları. Var ya oğlum, Allah acıdı bize, yemin ediyorum acıdı…” “Doğru diyorsun valla. Baksana gökte ararken yerde buluverdik. Çok şükür ki yarın da Pazar var. Külliyen bitecek bu eza…” deyip sabahı zor ettiler…
Madam, her zamanki ihtişamıyla her zamanki saatinde göründü Pazar yerinde. Burak ile Emirhan onu görür görmez hazırola geçtiler. Belli ki arkalarında bir şeyler saklıyorlardı. Madam, heyecanlandı: “Yoksam, yoksam, bulduniz oni?” derken pembe beyaz yüzü sararmış, elleri titriyordu. Çocuklar, “Ta-ta-tam!” diyerek artlarına gizledikleri plağı aralarından çıkarıp Madama gösterdiler. Kadın, bastonuna rağmen sendeleyince, Burak tezgâhın üstünden atladığı gibi yanına gelip tuttu onu. Emirhan da hemen sandalyeyle dolanıp geldi. Yavaşça oturttular yaşlı kadını. Yan tezgâhtan gelen suyu içince kendine gelir gibi oldu biraz. Göğsü hızla inip kalkıyordu. Güçlüklü konuştu: “Ah Panayimu! Ne muradiniz var ise versin!” “Ne mu?” dese de Burak, Emirhan’dan yediği tekme ile hemen susuverdi. Madam sakinleşince plağı eline verdiler. Sevdi, okşadı, yanaklarından süzülen yaşlara hâkim olamıyordu. Emirhan toplanan kalabalığı kaş göz işaretleriyle uzaklaştırdı. Baş başa kaldıklarında, Burak dayanamadı: “Eee, hadi bakalım Madamcım gözün aydın. Kavuştun yavukluna…” “Nereden bilirsin?” dedi Madam çıkmayan sesiyle… “Neyi nerden bilirim?” “Yavuklumi?” İşte o zaman Burak, sevinç içinde Emirhan’a dönüp omuzuna bir şaplak patlattı ki oğlan tutunmasa düşüyordu. Neye uğradığını şaşırmıştı. “Hop, yavaş gel oğlum. N’oluyo sana?” diye bağırdı kızgınlıkla. Burak’ın onu duyduğu yoktu. “Demedim mi oğlum ben sana, kesin aşk meşk meselesi bu iş diye…” İkiye katlanan sevinciyle ellerini birbirine vuruyor, havalara sıçrıyordu. Aniden, hayretten dört açılmış gözleriyle kendilerine bakan Madama döndü: “Haydi bakalım Madamcim, anlatasın artik şu hikayeni, bulmuşuz bak plağini…” der demez, itirazı yedi: “Ne münasebet efendim, ben dinlerisem dedim… Bakalim çalor plak?” Burak hınzırca gülümsedi: “Yooo, bu sefer tongaya basmak yok. Bildim başıma geleceği. Hazırlıklıyım Madam… Kapa bakalım gözlerini…” Tezgâhın arkasına dolandı. Eğildiği gibi altından bir kutu çıkardı. Kucaklayıp tezgâhta uygun bir yere koydu. İçinden çıkardığı gramafonu karton kutuyu dirseğiyle yere attırıp güzelce yerleştirdi. Üzerine özenle geçirdiği plağı döndürüp çalmaya başladığında bit pazarına nur yağmıştı sanki! Çok hoş bir ses yankılandı kulaklarda:
Bir esmer dilberin vuruldum hüsnüne / Ela gözlerinin ilahi hüznüne
Yaralı sesinin derinden derine / Çağlayan ne hazin bir akışı vardı
Kalbime gün doğdu güzel yüzünden / İçtim kana kana aşkı özünden
Ömrümün yolunu sordum gözünden / Bahtıma acıyan bir bakışı vardı
Madam, huşu içinde gözleri kapalı, dinlerken ses birden kesiliverdi. Merakla gözlerini açtığında, Burak, gramafonun iğnesini kaldırmış gülümsüyordu. “Evet Madam’cım, sizi dinliyoruz. Biz sözümüzü tuttuk. Sıra sizde…” Madam, hazin bir iç geçirdi, gülümsedi isteksizce: “Doğru söylerisin… Sira bana geldi. Seneler evvelisiydi… Genç idim hem de çok genç ve güzel idim… Varidi bir nişanlim sen gibi yakişikli. Deliler gibi severidik birbirimizi. Yeni evlendik ki patladi patlayasice Dünya Savaşi… Gitti askere yavuklimu, daha da gelmedi. Bu bizim şarkimiz idi. Dinleridik adadaki gazinolarda. Gideriken demiş idiki, ben gelene dek, şarkimiz arkadaş olsun sana… Plaği çikti sonra, hemen almış idim. Lakin taşinirken yok oldi. O gün bugün arar idim, Panayimu kutsasin sizi bulduniz, çok şükür arkadaşimi. Haydi bir sır daha vereyim, istersiniz? Bilin bakalim kim yazmiştir aslinda sözlerini.” “Ercüment Er, yazıyor burada…” “Bakmayiniz öyle yazdiğina, Nazim Hikmet’tir aslinda. Takma addir o vire…” “Vay be, şu işe bakın. Şaşırdım valla! Peki tılsımı nedir Madamcım?” Madam inanmaz gözlerle baktı Burak’a: “İnandiniz mi yoksam? Sallamişim ayol, bulasiniz diye…” Bu sefer şaşırma sırası çocuklara gelmişti.