Hasan o yıl beş dersten ikmale kalmıştı . Hiç birini eylülde veremedi. Orta ikideydi. Bir ay sonra babası ölünce hepten soğudu okuldan. “Osman amcamın yanına gideceğim” dedi anasına. Hayriye hanım ilkin olmaz dediyse de, bu yoksullukta sofradan bir boğaz eksileceğini düşünüp  kabul etti. 

Amcası İstanbul’un lüks bir semtindeki lokantada çalışıyordu. Teşrifatçı dendiğini gidince öğrendi. Bilhassa derbi maçı varsa, yemeğe gelen lüks arabaları karşılıyor, kapılarını açarak onları buyur ediyor, önlerine düşüp masalarına oturtması için şef garsona teslim ediyordu. Yani buyur ediciydi. 

Amca her gelen arabayı karşılamazdı. Hatırlı müşteriler gelince oturduğu kulübeden çıkardı. Ekseriyetle  kapıda bekleyen genç çocuklar gelenleri karşılar, içeri buyur eder, sonra da arabayı çevredeki müsait sokaklara park ederdi. Onlara vale deniyordu. Eğer lokanta kalabalıksa her seferinde park ettikleri sokak daha uzakta olurdu. Hatta bir gece komşu lokantanın valeleriyle park yeri yüzünden kavga bile çıkıyordu. 

Valelerin lokantaya girmesi yasaktı. Kış yaklaşıyordu, geceleri çıkan ayaz sertti. Patron, valeler üşümesin diye lokantanın dışına elektrikli soba koymuştu. Mutfaktan gelen yemeği sobanın başında yerler, çayları avuçlarının ısıtarak içerlerdi. Valeler geç vakit lokantadan çıkacak olanları beklerken; gözleri kapıda cep telefonlarıyla yakınlarını arar, birbirleriyle şakalaşır, tuttukları takımın şampiyon olma ihtimallerini konuşurlardı. 

Büyük derbi maçının oynanacağı gün bütün  rezervasyonlar dolmuş,  lokantada hiç boş masa kalmamıştı. Hava müthiş soğuktu.  Hasan o sabah vücudunda bir kırıklıkla uyandı. Her tarafı ağrıyordu. Sanki sırtında bir buz kalıbı vardı. İçi titriyordu. Yengesi ona  tarhana çorbası yaptı. Sıcak çorbayı içince kendini biraz toparladı. Amcası evden çıkarken, “lokantaya erken gelme, biraz yat”, dedi. “Akşama kadar düzelmeye bak. Bu gece çok kalabalık olacak. Sana ihtiyacımız var. Fatih yatak döşek yatıyormuş. Annesi haber verdi. Salgın var herhalde. Aman koçum göreyim seni. Vali bey gelecek. Misafirleri de var. Mahcup olmayalım”. Hasan, “tamam amca” dedi. “Akşama yanındayım, merak etme. Yengemin tarhana çorbası iyi geldi. Öğlen bir tas daha içersem zıpkın gibi olurum”. Hasan, amcası gittikten sonra derin bir uykuya daldı. Uyandığında ter içindeydi. Fanilası sucuk gibi ıslanmıştı. Yengesinin getirdiği  çorbayı içerken ikindi ezanı okunuyordu. Hasan kendini biraz daha iyi hissediyordu. Buna sevindi. Sonra iki bardak bol şekerli çay içti. Sıkıca giyindi, yengesinin elini öpüp hava kararırken çıktı. 

Hasan lokantaya geldiğinde arkadaşları birbiri ardına gelen arabaları ara sokaklara park etmekle meşguldü. Amcasına valiyi sordu, gelmişti. Görememişti adamı. Bu sırada siyah bir araba geldi. Hasan koştu. Sağ ön kapıyı açtı. Nefis kokular içinde genç bir kadın vardı karşısında. İnerken hafifçe sendeledi. Hasan düşmesin diye gayriihtiyari kadının elini tuttu. Yumuşak, kırmızı ojeli bir eldi. Kadın Hasan’ın yüzüne bakmadan kürküne sarınarak teşekkür edip hızla içeri girdi. Hava gittikçe soğuyordu. Orta yaşlı, şık giyimli adam anahtarı Hasan’a atarken “göreyim seni aslanım, iyi bir yere park et. Çizik mizik istemem, ona göre” dedi. Hasan şoför koltuğuna otururken “merak etmeyin efendim” dedi. Adamın içeri girerken “Ayten, yerimiz üst katta” dediğini duydu. Demek kırmızı parmaklı kadının adı Ayten’di. Arabayı park etmeye götürürken bir kaç defa kadının adını tekrarladığını fark etti. Sanki birisi duyacakmış gibi dudaklarını ısırdı.

Arka sokaktan dönerken iyice sertleşen ayazda bir kez daha  sırtı ürperdi. Amcasının kulübesine gidip montunun altına bir kazak  giydi. Kendini şimdi  daha iyi hissediyordu. Sırtındaki buz kalıbının soğuğu azalmıştı. Kapıdaki elektrik sobasının yanına gelip ellerini ısıtmaya çalıştı. Bu sırada gelen spor  arabadan  orta yaşlı bir kadın indi. Dudaklarını kırmızıya boyamıştı. Kadının küçücük yüzünde sadece kırmızı dudakları göze çarpıyordu. Hasan komik bir şey görmüş gibi hafifçe gülerken kafasını çevirdi. Kadın yanındaki genç adamla içeri girerken  Ekrem arabayı park etmeye götürdü.  Bu sırada lokantadan müthiş bir gürültü yükseldi. Derbi maçı başlamıştı. 

Bütün valeler kuru ayazda sobanın başında ısınmaya çalışıyorlardı. Aşçı yamağı valelerin yemeklerini getirdi. Hasan’ın pek iştahı yoktu. Ama yine de iki  köfte yedi. Pilav ve salataya dokunmadı, bir iki yudum ayran içti.  Yeniden bir titreme geldi. Isınmak için olduğu yerde bir kaç defa zıpladı. Çay bardağını elleriyle iyice kavradı. Sıcak iyi gelmişti. Üç şeker attı. Karıştırıp yudumlamaya başladı. İçi ısındı bir anda. Hasan ikinci  çayını almak üzere mutfağa giderken elektrikler kesildi. Lokantadan şikayet sesleri yükseldi. Lakin jeneratör büyük bir gürültüyle anında  devreye girdi, ışıklar yandı, maç nakli yeniden başladı. Hasan geri döndüğünde kaldırımdaki sobanın yanmadığını gördü. Bu sırada amcası geldi, “Merak etmeyin” dedi. “Mangal yakacağız, daha iyi ısınırsınız”. Ekrem ve Nuri mutfağın arkasındaki ardiyeden bir bidon getirdiler. Ağzı açıktı, dibinde bir kaç delik vardı. Cemal içerden getirdiği yarım torba kömürü bidonun içine boşalttı. Biraz gaz yağı döküp tutuşturdular. Alevler yükseldi, koyu bir  dumanla birlikte acı bir koku yayıldı. “Çekilin” dedi amcası, “zehirlenirsiniz”. Herkes kenara çekildi. On dakikaya kalmadan sobadan yayılan sıcaklıkla birlikte  nar gibi kırmızı bir ateş onlara  bakıyordu. Valeler yaklaşıp ellerini uzattılar. 

Bu saatten sonra müşteri gelmez diye düşünürlerken bir minibüs yanaştı. Valeler daha yerlerinden kıpırdayamadan şoförün yanındaki   genç adam fırlayıp sürgülü kapıyı açtı. Kayışları çözüp tekerlekli sandalyede oturan tombul, kırmızı yanaklı  genci yavaşça arabadan indirdi. Çocuk, kapıdaki valelere  “Gol oldu mu”, diye sordu. Valeler hep bir ağızdan “Hayır” dediler. Tekerlekli araba  lokantadan içeri girerken gencin yüzü gülüyordu. “İyi”, dedi yavaşça. Minibüs uzaklaştı. Şoförü park edecekti. Valelerin bahşişi kaçmıştı. 

Hasan bir türlü ısınamıyordu. Sırtı hâlâ üşüyordu.  Saç bidonun  dışı da  kızarmıştı. Bidona yaklaşıp baktı. Ateş geçmek üzereydi. Biraz daha kömür attı. Yüzüne çarpan sıcaklık içini ısıttı. Üşümesi azaldı. Ancak nefesi daraldı birden, geri çekildi. Sobanın başında kendinden başka kimse yoktu. Arkadaşları lokantanın girişine toplanmışlar, içerden gelecek gol haberini bekliyorlardı.  Sırtı yeniden ürperdi. Tekrar yaklaştı ateşe. Ağzı açık bidonun içinden büyük, kırmızı bir göz ona bakıyordu. Ateş  nar gibi kızarmıştı. Eğildi. Ateşin içinde annesinin vişne reçelini gördü. Çıtırdayarak uçuşan küçük, kırmızı kıvılcımlar nar taneleri gibiydi.  Bulanık görmeye başlamıştı. Gözlerini kapadı. Bütün vücudu gevşemişti. Sıcak iyi gelmişti. Üşümesi geçmişti. Şimdi Ayten hanımın kırmızı ojeli parmakları, orta yaşlı kadının kırmızı dudakları, sakat çocuğun kırmızı yanakları karşısındaydı. Ateşten Hasan’a doğru kırmızılık, sıcaklık ve rahatlık yayılıyordu.  Uykusunun geldiğini hissetti. Kolunu kaldıracak hali yoktu.

Tam o anda lokantadan uğultu halinde yükselen müthiş  GOOOL sesi , Ekrem’in,  “Yetişin, Hasan ateşin üstüne düştü”,  çığlığını bastırdı.