Yılmaz neredeyse bir yıldır ölü yıkayıcılığı yapıyor. Bu iş karnını doyuruyor, barakasının kirasını ödemesine, en önemlisi de resim yapabilmesi için malzeme alabilmesine yetecek parayı sağlıyor. Her gün önüne gelen ölü bedenlerde ilk baktığı yer sol kolları. Dişlerinin arasında dikenli bir gül tutan bir kurt dövmesi arıyor. Altı yaşında babasını alıp götüren adamın kolundaki işaret. Unutmasın diye sabahlara kadar yaptığı karanlık resimlerindeki tek figür de o.  Kader bu ya, bir gün gasilhanede karşısına çıkar diye bekliyor.

Bu işi babasının arkadaşlarından Halit bulmuştu. Yıllar sonra bir gün mahallede karşılaştıklarında Yılmaz’ın işsiz olduğunu öğrenmiş, “Babana minnet borcumuz var, ben halledeceğim” demişti. Minnet borcu dese de aslında can borcu vardı. Yılmaz her şeyi unutabilirdi ama o geceyi unutmazdı.

O gün altı yaşına basmıştı. Doğum günü hediyesi uçurtma istemişti. Gökkuşağı gibi rengarenk olmalıydı. Kuyruğu öyle uzun olacaktı ki kimse onunla yarışamayacaktı. Uçurtması gökyüzünde gezinirken, “Babamla yaptık,” diye arkadaşlarına hava atacaktı. Çok mutluydu, kurduğu düşleri onlara anlatacaktı ama ayakta durmuş ikisini izliyordu. “İçimde kötü bir his var, gitme ne olur,” diyen annesinin yüzünü babası avuçlarının arasına almış, yanaklarından süzülen gözyaşlarından öpmüştü. “Endişelenme Halit’in yanına uğrayıp hemen döneceğim,” demişti. Sonra Yılmaz’a dönmüş kocaman eliyle saçlarını dağıtmış, “Öyle küskün bakma aslanım hepsi senin özgür geleceğin için,” demişti. Dönünce uçurtma yapmak için söz vermişti. Renkli kağıtlar getirecekti.

Hava karardığında neden onları bırakıp gittiğini bir türlü anlamıyordu. Arkadaşları gecenin bir vakti gelir, fısıldaşarak konuşurlar sonra babası içi tüylü yeşil parkasını giyer, giderdi. Onun dönmesini beklerken dayanamaz hep uyuyakalırdı Yılmaz. O son gece giderken Babasının gidişini hep pencereden izlerdi. Yine koştu, yerini aldı. Babası sokağa çıkar çıkmaz apartmanın kapısında bekleyen iki adam üzerine atladı. Yılmaz’ın babası direndi.  Yüzü maskeli adamlar ona acımasızca vurmaya başladılar. Yılmaz sokağa koştu. Tek hamleyle küçücük bedenini kaldırıma savurdular. Tok sesli birinin bağırdığını duydu, “Piçini de alalım mı lan? Debelenme de bin arabaya!” O zaman siyah arabayı, şoför koltuğunda oturan adamı fark etti. Karanlıktan yüzünü göremedi. Adam elindeki izmariti Yılmaz’ın üstüne fırlattı. İşte o sırada dirseklerine kadar sıyırdığı gömleğinin içindeki dövme ortaya çıktı. Sol kolunda gözleri öfkeyle bakan kocaman bir kurt dişlerinin arasında bir gül tutuyordu.

 

Yılmaz’ın babası bir daha gelmedi. Annesi günlerce şehirdeki tüm karakolları dolaştı. Arkadaşlarına haber saldı, kimse bir şey bilmiyordu. Günden güne soldu. Babasının kayboluşunun ardından bir yıl bile geçmeden annesi de gitti. Ölüm de bir kayboluştu. Yılmaz yetimhanede büyüdü. Altı yaşında öfkeyi, nefreti öğretmişlerdi ona. Kolunda dövmesi olan adam, babasını sonra annesini ve tüm hayatını elinden almıştı. Bedeniyle birlikte içindeki öfke de büyümüştü. Bir gün o adamı bulacağını düşünerek yaşadı. Yetimhanede dayanmak zorunda kaldığı zorbalıklar, yediği dayaklar, okuyamadığı okullar, gençliğinde sevemediği kadınlar, babasının devrimciliği yüzünden mimlenen soyadı, işsizlik,  açlık hiçbiri onu yıldırmadı. En kötü anlarında bile eline kalemini kâğıdını alır onları bulamazsa kırık bir kiremit parçasıyla boş bir duvara kurdun ölümcül bakışlarını çizerdi. O adamı hayal etti. Sesinden, dövmesinden yüzünü çıkarmaya çalıştı. Otuz yaşına kadar bin bir yüz taşıdı o adam. Aklı ermeye başladığında dövmenin bir işaret olduğunu anladı. O izin peşine düştü. Kimler böyle bir dövme yaptırırdı. Bu dövmeye sahip bir adam nasıl bulunurdu? Tüm şehrin arka sokaklarına girdi çıktı. Çok dayak yedi ama hiçbir şey bulamadı. Şimdiyse kader midir, kabus mudur diye düşünürken Yılmaz önünde boylu boyunca uzanıyor dövmeli adam.

 

Yılmaz gasilhanede Cafer ile birlikte çalışır. Her ölüden önce teneşiri iyice temizler, ameliyata hazırlanan cerrah gibi tüm malzemelerini dizerler. Ölen kişinin yakınlarından malzemeleri alır, son aşamada bir tas su dökmek isteyen varsa davet eder, kefene sarıp teslim ederler. Cafer Yılmaz’ın aksine hiç susmaz. Bu işinin inceliklerini de Yılmaz’a o öğretmiştir. Nasıl yapar eder Yılmaz hiç akıl erdiremez ama Cafer ölen kişiyle ilgili her şeyi bilir. Önlerinde boylu boyunca uzanan mefta ile ilgili secere çıkarır günah çıkarırcasına. Yılmaz onların kim oldukları, ne yaptıkları, nasıl öldükleriyle hiç ilgilenmez işini yapıp, mesaisini doldurup tuvalinin başına geçmektir tek gayesi.

 

Cafer adamı sırt üstü yatırıyor. Üstündekileri teker teker çıkartıyor. “Bu adam var ya bu adam… Çok ünlü biri ha! Dışarısı kodaman kaynıyor. Siyah giyen adamlar mı dersin, emniyet müdürü mü, 06 plakalılar mı hepsi gelmiş cenazesine,” diye anlatmaya başlıyor Cafer. Bir yandan da köpüklü bezi adamın üstünde gezdiriyor. “Bu da emniyet müdürüymüş. Kurtmuş lakabı. Ben de çok duydum. Sokakta herkes lakabını duydu mu tir tir titrermiş.” Yılmaz Cafer’in söylediklerini dinliyor. “Amma da ağırmış. Yemiş yemiş de… tövbe tövbe. Oğlum ne duruyorsun orada. Kasıldın kaldın. İlk defa mı ölü adam görüyorsun? Gel bi yardım et çevirelim.” Yılmaz Cafer’in komutuna göre hareket eden bir kuklaya dönüyor. Adamı çeviriyorlar. “Bu var ya, hani şu darbe zamanı, çok adam kaybetmiş. Valla günahı boynuna biz yıkıyoruz da asıl hesabı sıratı geçince verecek. Oğlum nen var ya senin? Hey Yılmaz kime diyorum?” Yılmaz midesinin bulandığını söyleyerek dışarı çıkıyor. Bir sigara yakıyor. Dışarı cehennem gibi kalabalık. Ağlayan kadınlar, şık takım elbiseleri içinde yanında korumalarıyla kocaman adamlar. Yılmaz duvara veriyor sırtını dizlerinin üzerine çöküyor. Gömleğinin cebinden babasının fotoğrafını çıkarıyor. Öpüp sonra tekrar cebine koyuyor. Biten sigarasının izmaritini ayağıyla ezdikten sonra gözyaşlarını silip tekrar Cafer’in yanına gidiyor. “İyi misin oğlum?” diye soruyor Cafer. Kefenlemeyi bitirmiş neredeyse. “İyiyim abi sen tek başına yoruldun kusura bakma, ben tamamlayayım istersen,” diyor. Cafer’e fark ettirmeden gömleğinin cebinden çıkardığı babasının vesikalık fotoğrafını kurt dövmeli adamın alnına yapıştırıyor, sonra da kefenini sıkıca sarıp, tepesinin üstünden bağlıyor.

 

O gün Yılmaz ilk kez bir cenazeyi sonuna kadar takip ediyor. Zenginlerin yattığı mezarlıkta, aile mezarlığına defnedilmesini uzaktan izliyor. Akşam eve gittiğinde bunca yıldır çizip, bir kenarda biriktirdiği, kurdun ölüm saçan gözleri salyalı ağzındaki keskin dişleri arasında tuttuğu dikenli gül figürlü tüm o karanlık resimleri teneke bir kutuya dolduruyor. Tepedeki boş arsada üstüne kolonya döküp yakıyor. Tenekeden yüklesen kara duman gecenin karanlığına kaybolup yitiyor. Yılmaz eve dönerken bir küçük rakı alıyor. Karşısında babası oturuyormuş gibi hayal ediyor. Bir kadeh ona bir kadeh kendine dolduruyor, “Baba aradığımız adamı buldum. Paketleyip sana gönderdim. Al artık intikamımızı,” diyor. Altı yaşından beri ilk kez o akşam yastığa başını koyduğunda rahat bir uyku çekiyor.