Annem yukarıda can çekişiyor bense Azrail’le günlerdir sırt sırta vermiş bekliyorum. O, yani annem, tüm duyularıyla çoktan teslimiyeti seçti, biliyorum. Direnen beyni. Bizimkilerin otuz yıllık komşusu Ayşe abla sabah kapıyı çaldığında ve “çık, biraz dolaş, iyi gelir” dediğinde bir yanım hiç durmaksızın kaçmak, uzaklaşmak istedi. Yapamayacağımı biliyordum. Züleyha bir gün bilgisayardan açıp o garip filmi izlettiğinden beri 21 gr.’a takılıp kalmışım. Doğruysa bu, benim yokluğumu fırsat bilip, ansızın bedeninden kaçıp gidecek olan annemin ruhunun ağırlığı bu kadarmış işte. Bütün bir ömür komik bir ağırlıkla sonsuzluğa karışacak.

Ayaklarım beni anca buraya, arka bahçeye kadar getirebildi. Gözüm yukarda, bizimkilerin buralar ıssız bir çöplükken alıp yerleştikleri on ikinci katta. Zamanı bozdurduğum anda cüzdanımın içinde kaybolup giden banknotlar gibi ziyan etmek istemiyorum. Aceleyle üst üste yaktığım sigarlarımın dumanını ciğerlerime doldururken, diğer yandan kotumun arka cebinden çıkardığım telefonumun tuşlarına basıp bekliyorum, dört uzun çalıştan sonra hoparlörden duyulan sese kulak veriyorum “Her şey yolunda, sen bizi merak etme” diyor Züleyham daha yeni uyanmış olmalı. Devran böyle bir şey, çocuklar tarafından teselli edilme sırası artık bana gelmiş. Gerçi ne yalan diyeyim, yıllar yılı herkesi merak etmekten öyle yorgun düşmüşüm ki artık pek gücüm de kalmamış. Kıyamet kopsa umurumda değil. Sıradan bir ‘ne var ne yok’ konuşması yapıp, birbirimize rapor verdikten sonra kapatıyoruz telefonu.

Tertemiz sabah kokusunu ipek bir şal gibi doluyorum bedenime. Hava soğuk. Aydınlıkta ayaz var. Aslında tam da istediğim şey. Ölümün etrafımı saran o boğucu etkisinden ancak zangır zangır titreyerek hatta iliklerime kadar donarak kurtulabilirim. Erken budanmış ağaçların arasında bir oraya bir buraya sürüler halinde zıplayan serçeler benim gelişimle bir anlığına sessizleşiyor, meraklaşıyorlar. Kayda değer bir varlık olmadığıma kanaat getirince de tekrar kaldıkları yerden oyunlarına devam ediyorlar. Gökyüzünde, ta uzaklarda daireler çizerek uçan birkaç martıyı saymazsak bahçede onlardan başka hareket yok. Bu semti mesken tutmuş kediler ve köpekler de ortalıkta görünmüyorlar. Bahçe akşam çitlenip ortalığa saçılmış çiğdem kabuklarıyla dolu. Canım annem benim, ayçiçek çekirdeği demezdi de çiğdem derdi: “Akşam işten gelirken tuzsuz çiğdem almayı unutma e mi!” Üstlerine basarak yürüyor, yan yana dizilmiş çardaklardan ilkini geçiyor tellerle çevrelenmiş basket potasına yakın olanına gidip, çiğden ıslanmış olmasına aldırış etmeden ahşap banka oturuyorum. Ergenliğimde yaptığım gibi dizlerimi yukarı çekip, çenemi dayıyorum. Böylece dünya ortadan kayboluyor, bir başıma kalıyorum. Rahatça ağlıyorum. Biri duyacak diye dert etmeye gerek yok. Serçeler de kimselere bir şey demez ya. Nasıl da iyi geliyor. Bu ağlama seansı sanki yıllarca sürmüş. Biraz zaman alıyor ama her şey gibi gözyaşlarım da tükeniyor işte. Nihayet içim kuruyor. Yüzümü, burnumdan akan sümüklerimi kapüşonlumun koluna siliyorum. Kuruyunca parlak sümük izleri yol yol olacak, umurumda mı? Neden hep çocukluğum geliyor aklıma? Yanıtı basit aslında: Her şeye rağmen umutluydu çünkü.

Oturduğum saklı köşe çam ağacının kocaman dalları arasında kayboluyor. Gizli bir sığınak burası. O yüzden olacak parkın köşesinden seğirterek gelen ihtiyar fark etmiyor beni. Zorla hareketlendirdiği bacaklarıyla küçük adımlar atarak yürüyor. Elinde siyah plastik bir poşet taşıyor. Tam karşımda, on beş yirmi adım ötemde duruyor. Poşetin içindekileri basket potasının dibindeki tellerin hemen yanına, açıklığa boşaltıyor. Belli ki bayat ekmekleri kuşlar için ıslatmış, getirmiş. Meğer kuşlar saklandıkları yerde onu beklermiş. Sırayla serçeler, kumrular ve güvercinler konup kalkıyor. En ürkekleri kumrular. Canım kumrular. Bir keresinde mutfak camından girip kombimizin üstüne yuva yapmışlardı. Babam ne kızmıştı. Annem “günahtır, kuş yuvası bozulmaz” demişti. İlk ve son kez onu babama böyle dik dururken görmüştüm. Günlerce onun kapkara suratını çekmişti de yavrular kanatlanıp gidinceye kadar direnmişti. “Kuş yuvası dağıtanın yuvası dağılır” keşke dağılsaydı. Yatağında günlerdir hareketsiz ve sözsüz yatan annemi düşünüyorum. Sonra da kendimden iğreniyorum. O çocuk acımasızlığımla ne çok yargıladım annemi. O sustukça, neler yaşadığını düşünmeden ben konuştum da konuştum.

Bu adam babam gibi değil. İyi biri olmalı. Kendi zavallı haline bakmadan kuşları düşünen kişi iyidir elbet. Babam yaşlarında. Yani bugün hayatta olsaydı babam bu yaşlarda olurdu. Tıpkı onun gibi gömleğinin üstüne kravatını bağlamayı ihmal etmemiş. Kapüşonlumun sümüklü kolunu arkama gizliyorum. Sanki adam beni görecekmiş de ayıplayacakmış gibi. Kaç yaşına gelirsem geleyim içimde hep kendini suçlu gören utangaç bir çocuk gizli. Aslında gidip konuşasım var bu ihtiyarla. Keşke harekete geçecek gücü bulabilsem. Kaç gündür sadece iki üç kelimelik kısa cümleler kuruyorum belki yabancı biriyle konuşmak iyi gelecek. Kuşlar adına ona teşekkür etmek istiyorum ama takatim yok. Uzaktan izlemekle yetiniyorum ve kim olduğuna dair kendimce bir öykü kuruyorum: İki çocuğu var. Biri kız biri erkek. Uzak şehirlerde yaşıyorlar. Karısı evde kahvaltı sofrasını kuruyor olmalı. O ise sıcak bir ekmek ve gazete almak için çıkmış. Giderken şu kuşları da besleyeyim diye düşünmüş. Güzel insan işte. Geldiği gibi yine yavaş adımlarla çıkıyor bahçeden. İçimde uyandırdığı duygular da peşinden çıkıp gidiyor. Onun gidişiyle ben de saklandığım yeri terk edip ölüm kokulu evimize dönüyorum.

Ayşe abla biraz daha kalıyor yanımda. Beni hemen bir başıma bırakıp gitmek istemiyormuş. Salonda oturuyoruz. Aslında bana düşerdi ya, bize birer kahve pişiriyor. Bir sigara da onunla yakıyorum. Yanına annemin yaptığı vişne liköründen ikram ediyorum. Eskiden benden fellik fellik sakladığı ama benim her seferinde bulduğum likörün ilk yudumuyla yine anılar hücum ediyor. Bir zaman sonra kendi getirirdi, yine böyle Ayşe ablayla olduğu gibi karşılıklı otururduk annemle. Ayşe ablayla bakışıyoruz, şimdi annemden konuşmak faydasız, ne olacağını ikimizde biliyoruz. Sadece bekliyoruz. Güzel bir şeylerden söz etmeye ihtiyacım var. Parktaki adam geliyor aklıma onu anlatıyorum. İyi insanlar da var diyecek oluyorum Ayşe abla kesiyor lafımı: “Bırak o lanet olasıcayı. Karısına yapmadığı eziyet kalmadı. Kadıncağız kahrından ölüp gitti.”  Bak çocukları da terk etmiş, ölsün gebersin diye bekliyorlardır, diyor. Bir açıyor ki ağzını kapatmak mümkün değil “Ohhhh, iyi de oluyor, böyle kalırsın bir başına işte. Etme bulma dünyası.” İçime ta şurama bir acı oturuyor. Oysa ben umutlu bir öykü kurmuştum. Gözlerim salonda serili halıya takılmış, üzgünüm, kafamı kaldıramıyorum. Çocukken de böyle yapardım.  Tüm hayatım sanki bu halının sınırları içinde geçip gitmiş gibi. Desenlerini ezbere biliyorum;  kuşlar, kareler, çiçekler; lacivert, kırmızı, beyaz ve morlar.

Babamın yıllar yılı yaptığı tüm eziyetlere, haksızlıklara rağmen yine de zaman geçtikçe ona olan öfkemin gücünü yitirdiğini hissediyorum.  Kanser illetiyle uğraşırken pişmanlık dolu hali geliyor gözümün önüne. Ben yanlarında yoktum, son nefesini bu halının üstünde vermiş “İçimdeki öfkeyi susturmayı çok istedim ama yapamadım, hakkını helal et, ben seni çok üzdüm” O yitip gittikten sonra annem yıllarca geceleri uyuyamamıştı. Sesi hep kulaklarında, nefesi yanı başındaydı. Kimi zaman öfkeyle bahsetse de bir adamla bir ömür geçip gitmişti işte.

Ayşe abla yüzüme bakıyor, sohbeti sürdürmek için bir şey demem lazım ama ne denir ki bilemiyorum. Babamı iyi tanırdı. Sesim kendime bile yabancı geliyor: “Önce babama benzetmiştim ya… Boşuna değilmiş.”