Yer yatağının başına kümelenip ak çarşafta kan aradı iri cüsseli karılar. Deliye döndüler tabi bulamayınca aradıklarını. Ağızlar açıldı, dişler bilendi, gözler devrilip Lal Kız’a odaklandı. Her gözde bir dolu mermi. Aralarında sözleşmişler gibi bir ağızdan orospuuuu diye bağırarak hücum etti hepsi birden. Sarındığı pikeyi parça pinçik paralayıp uluorta bıraktılar çıplak bedenini Lal Kız’ın. Beyaz narin tenine saplandı tırmık gibi pençeler. İlle de kan göreceklerdi ya bu gece, kan gölüne çevirdiler ortalığı. Isırık ısırık etlerini kopardıkları bileklerinden sürükleyip ayaklarının altına serdiler eski kilim gibi. Tepindiler de tepindiler üstünde, yürekleri soğumadı bir türlü. “Durun” diye bağırdı içlerinden birisi. “Öldürmeyin kahpeyi! Rezaletini, cümle civara ifşa edelim öncelikle, dedelerimizden gördüğümüz gibi ki, ibreti âlem olsun, örf adet de yerini bulsun.” Kadın konuşmasını bitirip kızın yara çürük içindeki çıplak bedenini yerlerden toplayıp çeyiz sandığının üstüne oturttu. Dolu dövmüş buğday başağı gibi her teli darmadağın sarı saçlarını çekiştire çekiştire tek avcuna topladı, öteki elindeki iri makasla kökünden kesiverdi. Derin alacalı izler bırakarak başında şaklayıp duran makas sustuğunda, eski bir çuvalı elbise diye üstüne giydirdiler sırasıyla. İttire ittire bahçeye çıkartıp kendisini baba evine götürecek eşeğe bindirdiler tersten. Çarşafı, kız evine götürmekle görevlendirilmiş kadının eline bıraktılar eşeğin yularını ardından. Beddualar, yuhalamalar, ilenmeler eşliğinde köyün bir başından öteki başına yollanan kız suskundu. Yıllardır olduğu gibi haykıramadı ona bunu yapanın kimliğini, hem de dilinin ucuna dayanmışken. Yüzüne bastırdığı kınalı ellerinin altında boğulan “ba” hecesini, ağzına geri tıkıp, gözlerinden süzülen yaşlarla geri yuttu.

Eşek taşlı çakıllı, inişli yokuşlu köy yollarını arkada bıraktı, ormanı aştı, çayı geçti, menziline ulaştırdı sırtındaki “kara yükü”. Yargısız infaz kurulu toplanmıştı. Baba yoksa ağabey, o da yoksa ne güne duruyordu amcalar, dayılar. Hepsi olay yerindeydi. Damat evinde kızlarının yüz aklığını duyurmak için doldurulmuş silahlar patlamamıştı ama bu kara lekeyi temizlemek için hazır olda bekliyordu tüm hısım akraba. En ön sırada annesi vardı. Elinde de kocasından yadigâr av tüfeği. Kızı önce gözleriyle kurşunlayıp tetiğe bastı ardından. Namludan çıkan ateş şimşek gibi çakıp geçti, gökler yarıldı sanki. Patlama gürültüsüyle birlikte sıçrayıp uyandı Lal kız. Ağzı, dili kurumuş, ecel terleri dökmüştü tüm vücudu. Gerçekten işkence görmüş gibi zonkluyordu her yanı. Korka korka başına uzattı ellerini. Saçlarını yokladı defalarca, odasına göz gezdirdi, yatağında olduğundan emin oldu da, anca ikna etti kendisini bu gördüklerinin bir rüya olduğuna. Bilinçaltı, er geç başına gelecekleri yazıp kurup rüyasına taşıyordu her gece. Öyle ya, iki gün sonra gelin olacaktı…

Aynı veya benzeri kâbuslara gebe gecenin ikinci yarısını başka şeyler düşleyerek uzaklaşmayı denedi anı yaşamaktan. Ahmet geçti hayalinden, ilk ve son aşkı. Geçerken de iki kere tıklattı camına her gece yaptığı gibi. Yorganı üstünden atıp pencereye koştu Ayşe. Camdan süzülen kırçıllı yağmur sularının arkasından Ahmet’e baktı. Sırılsıklamdı çocuk. Gözleriyle anlattılar birbirine, söze dökemedikleri sevdalarını. Bakıştılar sadece. Konuşamazlardı. Duyulursa… Bir ara bir şeyler söyleyecek gibi olduysa da Ahmet, işaret parmağını dudaklarına değdirip susturdu onu Ayşe. O gece anası, büyük kızında yatıya kalmıştı ama Ayyaş Sabri evdeydi. Özbeöz babası Ayşe’nin. Babasının narasıyla irkilip perdeyi dahi kapatamadan yatağına koştu. Ahmet’le buluştuğunu öğrenmiş de cezalandıracak sandı… Anason soluklu kara gölge, cılız gövdesinin üstünde tepinirken “yapma baba, etme baba” çığlıklarını acaba Ahmet duydu mu? Perdesiz pencereye tırmanıp yarı karanlık odada yaşananları kendi gözleriyle gördü mü acaba? Gördüyse, Ayşe’nin lal olduğu o geceden sonra o neden konuşmadı ki? Daha mı kolayına geldi çekip gitmek gurbete? Aynı gece içinde Ayyaş Sabri’nin başına düşen yıldırım sonucu ölmesine bağlarken kızın suskunluğunu cümle civar, Ahmet neden haykıramadı gerçekleri acaba? Yedi sene boyunca içten içe kemirip duran acabalardan, ihtimallerden sıyrılıp hayallerinden koptuğunda sabah olmuştu. Güneşin sarısına boyanmıştı penceresi. Bacaklarını tahta kerevetten sarkıtıp yatağın kenarında oturdu. Kollarını koynunda çaprazlayıp düşündü biraz daha. Kimseleri inandıramayacağını bildiğinden nasıl ki lal olmuştu yıllardır, hepten susacaktı bundan sonra da. Ölmüş gitmiş adamın arkasından atılan iftiradan başka bir şey ifade etmezdi ki söyleyecekleri. Madem öyle anasına, ablalarına da yaşatmayacaktı bu utancı. Öyle de olsa, böyle de ölüm vardı bu emrivaki evliliğin sonunda. Kâbuslarında anasının, kendisine doğrulttuğu av tüfeği, duvardaki kilimin üstünden indirilmeği bekliyordu günlerdir. “Can tatlı mıydı”, değildi artık!

Düğünü köye duyurulacaktı bugün. Güm güm vuruluyordu demir sürgülü kapı. Kırmızı yazmasını alıp dışarı yürüdü ağır adımlarla. Ayakları kapıya gitmiyordu, yapmak zorundaydı ama. Tellal kapıya dayanmıştı. Al yazmasını tellalın atının boynuna bağlaması gerekirdi, adettendi. Başını kaldırıp atlıya bakmadı bile. Alnı beyaz akıtmalı doru atın boynuna uzandı elindeki yazmasıyla. Tam o sırada güçlü bir el kavradı ince bileğinden ki, Lal Kız dönüp atlıya baktı. İnanamadı gözlerine. Atlı da inandırmak için her hangi bir şey söylemedi zaten. Söze gerek yok diye düşündü. Bileğinden tuttuğu gibi terkisine çekti Ayşe’sini. Bir kamçı şakladı havada, boynundaki al yazması rüzgârlarda savrula savrula bir at koştu murada…