Büyük ve saydam bir boşluğun içindeyim. Bir şehrin uzaklarda kalmış uçsuz bucaksız görüntüleri çevreliyor beni. Ağaçlar, binalar, yollar… Yavaşça aşağıya doğru kayıyorum. Ayakuçlarım boşlukta. Yere basamıyorum. Yeri göremiyorum bile. Sadece düşüyorum. Ne kadar düşeceğim de belli değil. Mutsuz muyum? Öyle bir halim de yok. Dizlerimi hafifçe karnıma doğru çekmiş, yarı cenin pozisyonunda, uçmakla düşmek arasında, uzakta kalan çevremi izleyerek düşüyorum. Yavaşça, rahatça, sakin… İçinde bulunduğum durum normalmiş gibi.
Her şey bir tuhaf. Çok uzak. Küçücük. Maket sanki. Görüyorum, ama dokunamıyorum. Düşüşü dert etmeyip manzaranın tadını çıkarır gibiyim. Boşlukta ilerlerken görüntüler de yavaşça şekil değiştiriyor. Bilgisayarda piksel piksel bir görünümden diğerine dönüşen yüzler misali. Düşerken yemyeşil ormanlarla çevrelendiğimi görüyorum. Sonra orman bitiyor, yollar, binalar, köprüler başlıyor. İnsanlar mı? Sanki zaman donmuş, insansız zamanlarındayım şehirlerin, ovaların. Renkler sade, yumuşak, beyaz, yeşil, mavi, bej tonlarında. Ara sıra kırmızı kiremitler ya da sapsarı buğday tarlaları görünüyor. Hepsi çok uzun zamandır görmediğim şeyler. Keşke bir de gün batımını ya da şafağı görebilsem. Güneşin kırmızı bir top gibi yukarıdan aşağı ya da aşağıdan yukarı kayışını… O kızıllığı tekrar görebilsem. Bir de koyu maviden laciverte dönen gökyüzünü… Hatta üzerinde yıldızlar asılı olsa, bir de hilal. Dolunay da olurdu. Ama bu düşüşte her yer fazla pozlanmış fotoğraflar gibi. Temiz, düzgün, bakımlı, gökyüzü mavi, bulutlar beyaz. Çisil çisil düşen yağmurdan önceki o serinlik, ardından gelen güneş, damlaların bir gökkuşağının içinden yansıması, şimşeklerin gürültüsü ve bardaktan boşanırcasına gelen, sellerle akan yağmurun vahşiliği burada yok. Burası izole bir yer. Sıcak soğuk yok. Her şey optimal. Rüzgar yok, sesler yok, fırtına yok, kokular yok.
Kendimi nasıl bu boşluğun içinde bulduğumu hatırlamıyorum. Bir zaman kapsülü içinde olabilirim. Hiçbir acı yok ama iletişimsizliğin, değişimsizliğin, yalnızlığın, alma ve verme duygusunun olmayışının kendisi acı değil mi? Tüm insanlar nereye gitti? Neden hayvanlar yok? Arılar, kelebekler… Hiç kuş uçmuyor. Deniz bile dalgalı değil. Üzerindeki kotralar ve yelkenliler hafifçe döner gibi oluyor ama yelkenleri şişmiyor. Dümencileri yok. Yalnızca durgun bir zemine yerleştirilmiş biblo gibi duruyorlar. Kalamış sahillerindeki çamur renkli, donmuş yüzeyi hatırlatıyor bana. Bazı duygularım, anılarım uyanıyor. Beynimin ve kalbimin derinliklerinde bir şeyler kıpırdanıyor. Ben hâlâ düşüyorum.
Çocukluğumda ortadan açtığımda üç boyutlu duran kat kat tasarlanmış kitaplar vardı. Prenseslerin, sarayların, kralların yaşadıkları hayal yerlerde, çocukluğumun uçsuz bucaksız dünyasına bir damla bırakan kalın karton sayfalı kitaplar. Cansızdılar. Biz can verirdik onlara. Masalları biraz da biz yazardık. Her şey güzel olsun diye, iyiler kazansın, insanlar neşeli ve mutlu yaşasın diye. Şimdi bu boşlukta aşağıya doğru süzülürken o saraylar, şatolar, kalelerin bazısı yıkılmış, bazısı çok uzak, masallar benden çalınmış… Dahası, masal kahramanları da çalınmış. Hepsi susmuş. Pamuk Prensesin cadısı bile görünür olsa gidip sarılacağım. Sen en güzelsin diyeceğim. Belki bir çift laf çıkar ağzından. Ama burası boşluk.
Müziğim nerde? Onu da mı aldılar benden? Ellerime bakıyorum. Parmaklarım uzun zamandır dokunamadı bir güzel tuşa, akort edilmiş tele, gözlerim izlemedi portenin üzerinde dans eden notalar, notalar, notalar, çizgiler, andante, sessizlik.
Ne kadar zamandır böyle düştüğümü bilmiyorum. Hiçbir şeye, hiç kimseye dokunamadan. Bu boşluğun içinde yapay film setleri, çocukların kabartma kitapları, gibi görünen şehirler, dağlar, tepeler ard arda geliyor. Ben düşerken onlar sanki yukarıya doğru çıkıyor ve ben onları özlediğim, ama gerçek olmayan ayrıntılar misali izliyorum. Bir film platosu gibi. Ama filmin ayırdına varamıyorum. Senaryosu anlaşılmasın diye tasarlanmış, yazıya dökülmemiş. Herkes farklı yorum yapsın ya da unutulup gitsin diye mi? Yazılarım nerede? Bu kadar şeyi aklımda tutamam ki ben. Daha ne olduğunu bile anlamıyorum. Sevdiklerim yok, her zaman kafesinden uçup omuzuma konan, gagasıyla öpücüklere boğan cennet kuşum yok. Daha da kötüsü, gözyaşım yok. Öldüm mü acaba? Sonsuzluk içinde kaybolurken düşünebiliyor olmak ne işime yarayacak ki?
Hatırlamak için kendimi zorluyorum. Bir bahar sabahıydı. Ağaçlarda pembe beyaz çiçekler tomurcuklanmış, bazıları taç yapraklarını göstermişti. Hava ılıktı ve güneş vardı. O gün hiçbir işim yoktu. Deniz kenarına doğru yürüdüm. Sahilde çocuklar kumların üzerinde oynuyor, anneleri onların peşinden koşuyor, yaşlı bir çift birbirine yaslanmış yürüyor, bisiklet yollarından gençler hızla geçip gidiyordu. Güzel havayı görünce katlanan iskemlelerini alıp balık tutmaya ve keyifle bir bardak bira içmeye gelenler, koşuya çıkmış eşofmanlı kızlar vardı. Belki tanıdık birine rastlarım diye etrafıma bakındım. Bulamayınca oradaki banklardan birine oturup insanları seyretmeye daldım.
Hayır. Böyle değildi. Çok önceydi bu anlattıklarım. Her şey değişmişti. Evlerimize gönderilmiştik. Sokakta anonslar yapılıyordu. Müziğimizi, sesimizi, yazımızı çoktan kaybetmiştik. Gençliğimizi, kadınlığımızı ve çocukluğumuzu da. Ruhsuz ve gülümsemesizdik. Birbirimize ulaşmaya çalışıyorduk var olabilmek için. Aynalar da acımasızdı, saatlerin tik takları da. Evlerde kaldık. Birileri dışardaydı. Onların varlığını biliyorduk ama göremiyor, ne yapmak istediklerini anlayamıyorduk. Evlerimiz bakımsızlıktan, yokluktan, renksizlikten sığınaklara dönmüştü. Bu biz değildik. Kuşatmadan çıkamıyorduk. Tüm varlıklarımız alınmıştı sanki elimizden. Bize bazı kapsüller veriyorlardı. Hayatta kalabilmek için onları içmemiz gerekiyordu. Ne kadar sürdü bilemiyorum. Etrafımdakiler yok oluyorlardı birer birer. Işınlanmışcasına…Binalar gitgide boşalıyordu. Günün belli saatlerinde kulakları sağır eden sirenler çalıyordu beynimizi uyuşturan. Aklını kaybedenler, ortadan kaybolanlar, gözümün önünde eriyip gidenler vardı. İşte kuşlar ve sokak köpekleri o zaman kayboldu. Belki karıncalar da…
Şehrimi göremiyordum. Sokaklarımı da. Bu hapiste anonslarla yaşayarak kalmak artık halsiz bırakmıştı bedenimi ve beynimi. Kapıdan ışınlayarak bırakıp gittikleri kapsülleri aldım. İçmeyecektim. Bizi robotlaştırmalarına dayanamıyordum. Sevgilim yanakları çökmüş, bitkin şekilde bana sarıldı, yutmam için yalvardı. Dinlemedim. Tuvalete atıp sifonu çektim. Üç günden fazla açlığa dayanabilirdim. Müthiş bir terleme ve titremeyle kıvranıyordum şimdi. Ama beynim çalışıyordu. Hatta daha berrak düşünebiliyordum. Ertesi gün sevgilim kapsülleri almam için yine yalvardı çaresizce. Ama ben daha iyiydim. Ona da içtiği kapsülleri kusturdum. Buradan kurtulacaktık.
Bu kadarını hatırlayabiliyorum ancak. O nedenle mi şehirler uzak, denizler durgun? Yoksa ben de mi ışınlandım? Sanal bir evren içinde yerçekimi azaltılmış bir boşlukta aşağıya doğru kayıyor, kayıyorum. Sevgilim yok. Bana hiç seslenmedi. Sirenler de suskun.
Ayaklarım bir yere değdi. Boşluk yaklaştı, yaklaştı, küçüldü, yerini atmosfere bıraktı. Bir el uzandı. Küçük, narin bir el. Sonra kayboldu gitti. Bir rüzgâr üşüttü yüzümü. Gözlerimi kırpıştırdım. Binalar yaklaştı, bulutlar şekil değiştiriyor, yavaşça kayıyordu. Doğruldum. Bulutların arasından bir ışık sızdı. Korkak adımlarla uzakta kıvrılan yola doğru yürüdüm. Şehir boştu yine, ama rüzgarım, güneşim, bulutum vardı artık. Müziğimi, şiirlerimi, sevgilimle yaşayacağımı hayal ettiğim zamanları hatırladım. Hepsini bir satranç tahtasına dizer gibi yerli yerine koyacaktım. Başaramayacaklardı.