Söylene söylene banyoya girdim. Yine kendimi azarlayacak bir konu bulmuştum. Boşuna değildi aslında, sabah komşumu camda görmüş, kahve içmeye davet etmiştim. Evin hali içler acısıydı. Son zamanlarda, ev işi yapmayı tamamen boşlamış, oturup miskince televizyon seyrediyordum tüm gün. Oturdukça oturasım geliyordu. Bir bardağı bile alıp mutfağa götürmeye üşeniyordum. Toz ve kirden geçilmeyen aynada yüzümü zar zor seçtim. Hafif nemli bir bezle aynayı sildim. Alimallah komşum banyoya girse, böylesine pis ve dağınık olduğunu görse, beni yedi âleme rezil ederdi. Herkes öğrenirdi ne denli pasaklı bir kadın olduğumu. Yarısı bitmiş diş macunlarının kapağını kapadım, diplerinden sıktım. Hepsini baş aşağı yan yana dizdim. Uzun zamandır kullanmadığım bakım kremlerini dolaba kaldırdım. Ortada fazlalık niyetine ne varsa hepsini kocaman bir kovanın içine tıktım, kovayı da küvetin içine temizlik malzemelerinin yanına bıraktım. Banyoyu tekrar gözden geçirdim, görünüşü kusursuz sayılırdı. Ortalıkta sırıtan herhangi bir fazlalık yoktu. Ayna ışıldıyordu, lavaboysa tertemizdi. Daha ne olsundu!
Banyodan çıkmadan önce, klozetin içine bolca leke ve pas çözücü döktüm. Yarım saat sonra gelip klozetin içini fırçalayacak ve tertemiz olduğuna emin olacaktım. Fırçalamayı unuturum düşüncesi tedirgin etti beni biraz. Unutsam bile, paytak Raziye hemen banyoya mı girecekti? Mutlaka hatırlardım. O kekini yerken, kahvesini içerken bir bahaneyle banyoya gider, çaktırmadan hemencecik klozetin içini temizlerdim. Paytak Raziye’nin ruhu bile duymazdı. “Aman ha!” dedim, “dilime hâkim olayım da unutup Raziye’ye Paytak Raziye diye hitap etmeyeyim. Ne ayıp, kadıncağız yürürken denge kurmak için adımlarını ördek gibi atıyor diye bu lakabı mı hak ediyor şimdi?”
Salona girdim. Ortalık çıfıt çarşısı gibiydi. Bezmiş, bitmiş bir halde öylece koltuğa çöküverdim. Niyetim biraz nefeslenip sonra ayağa kalkmaktı. Masanın üzerinde yok yoktu. Üşenip yerine götürmediğim kitaplar, bitmiş ama çöpe atılmamış kalemler, bir sürü kâğıt, kalem, defter, birkaç kirli tabak, içi boş bir vazo, dört beş kirli fincan, saç tokası. Ya o iki sutyene ne demeli? Ne zamandan beri orada? İnsan bari vestiyer niyetine kullandığı koltuk veya kanepenin üzerine atar, değil mi? Huyum kurusun, ne vardı öyle fırlatıp masanın üzerine atacak, kötü huylar edinecek. Her şey hep gözümün önünde olsun istiyordum son zamanlarda, rahmetli annem gibi. Çıkardıklarımı öylece koltukların üstüne atıyor, okumaya çalıştığım kitapları bitirmeden önüme gelen herhangi bir yere bırakıveriyordum.
Mutfağın dağınıklığı yanında salonunki neydi ki! Salonu toplamak bir çocuk oyuncağıydı. Tezgâhın üstü, lavabonun içi ağzına dek kirli tabak çanak ya da dolaplara yerleştirilmeyi bekleyenlerle dolup taşmaktaydı. Ya mutfak masasının üzerindeki kocaman beyaz leğene ne demeliydi? Bulaşık makinasını boşaltmaya üşendiğimden sudan geçirdiğim bulaşıkları o leğenin içine atıyordum. Hep bir bahanem vardı. Hele makinayı bir boşaltayım, hele dizim bitsin… Mutfakta dağ gibi bulaşık birikivermişti son günlerde. Şimdi gözümde büyüyordu haliyle. En çok kendime kızıyordum. Ne vardı sabah ekmek almaya çıkacak? Hadi çıktın, anladım da, neden camda durup gelenin gidenin çetelesini tutan meraklı komşunu yarım ağızla olsa da kahve içmeye çağırırsın? O seni sanki hep çağırıyor. Neden dışarıda buluşmazsın ki? Evde insan ağırlamayı unutalı çok olmadı mı? Kendime fena kızdım. Kalkıp bari salonu toplasaydım. Saate baktım. Komşumun gelmesine daha epey vardı. Biraz rahatladım. Yatak odasındaki kocaman sepeti alıp salona geldim. Ortalıkta ne bulduysam söylene söylene hepsini içine attım. Sepeti de götürüp yatak odasına bıraktım zira kirli sepeti ağzına dek doluydu. Komşumun yatak odasına girecek hali yoktu ya!
Salonu üstün körü de olsa toparlamayı bitirmiş, tam mutfağa sıra gelmişti ki kapının zili çaldı. Olduğum yerde kala kaldım. Kimseyi beklemiyordum. Gidip delikten bakmaya çekindim. Sanki kapının dışından duyacaklarmış kaygısıyla nefesimi tuttum. Dışarıdaki sonunda zile basmayı kesip kapıya vurdu. “Hidayet hu! Aç kapıyı ben geldim, sana bir şey diyeceğim.” Sesimi çıkarmadım. Nasıl olsa gider sonra kararlaştırdığımız saatte gelirdi. O zamana dek mutfağı bir güzel toparlar, gelince de kapıyı neden açmadığıma dair bir bahane uydururdum. Komşum sonunda kapıya vurmayı kesti. Üzerimden büyük bir yük kalkmış gibi rahatladım. Gittim bir koltuğa oturdum. Acele etmeme gerek yoktu. Daha çok zamanım vardı. Mutfağı pekâlâ toparlayabilirdim. Önceden pişirip buzluğa attığım kekleri, börekleri çözülmek üzere çıkarabilirdim. Gözlerim kapanır gibi oldu bir an. İçim geçti. Sonsuz bir boşluğa düşer gibi oldum. Direndiysem de, düşmeme engel olamadım. Sadece beş dakika kestirsem yetecekti. Kendimi tamamen bıraktım. Bedenim, ruhum müthiş rahatladı. Silindi kafamdan tüm sıkıntılar. Unuttum komşumun geleceğini, evin öldüresi dağınıklığını. Kendimi uykunun kollarına bıraktım. Sonsuz bir boşluğa düştükçe düştüm. Hiç korkmuyordum, aksine büyük bir huzurla, sonsuz boşlukla kucaklaşıyordum. İnanılmaz rahatlıyordum.
Dışarıdan ayak sesleri geliyor. Rüyada mıyım uyanık mı, kestiremiyorum. Rüyada olmalıyım. Gözlerimi daha sıkı kapatıyorum. Kapının kilidi mi kurcalanıyor ne? Rüya işte, hepsi bir rüya. Uçsuz bucaksız bir gelincik tarlasındayım, gelincikleri yara yara yürüyorum, saçlarım rüzgârda uçuşuyor. Biraz ötemde kocaman bir ağaç ve o ağacın altında anne ve babamı görüyorum. Yan yana oturuyorlar. Sırtları bana dönük. Müthiş seviniyorum. Çok özlemişim annemi ve babamı. Onlara seslenmek istiyorum. Dönüp bana baksınlar. Yüzlerini göreyim. Sesim çıkmıyor. Biraz daha hızlanıyorum. Birden bire gelincikler yerlerini ısırgan otlarına bırakıyor. Ne ileriye gidebiliyorum ne de geriye. Attığım her adımda bacaklarım dağlanıyor, kanıyor ve inanılmaz acıyor. Olduğum yerde yığılıp kalıyorum, bayılacak gibi oluyorum acıdan. Annem ve babam çocukluğumdaki gibi fısıltıyla konuşuyorlar, duyuyorum. “Bırak çocuk biraz daha uyusun,” diyen anneme “Ne uyuması? Kaldır kızı, bak sonra dünyanın en tembel kadını olacak,” diye cevap veriyor babam. “Kıyamam kızıma! Bırak uyusun biraz daha,” diyerek ısrar ediyor annem. Şefkatle üstümü örtüyor. Görmüyorum ama hissediyorum. Bir el değiyor omuzuma, annemin eli biliyorum. Sevgiyle gözlerimi açıp bakıyorum. Komşum karşımda kaygılı gözlerle bana bakıyor. Rüya olamayacak kadar gerçek. Şaşırıyorum ne zaman kalkıp kapıyı açtım, ne zaman komşumu içeriye buyur ettim, hatırlamıyorum. Annem, babam, gelincik tarlası, ısırgan otları, derken kafam fena karışıyor. Sersemce bacaklarıma bakıyorum. Bir iki sinek ısırığı dışında başka bir şey yok. Mutfağın dağınıklığı geliyor aklıma. Utanıyorum. “Sen içeriye nasıl girdin?” diye sormama fırsat vermiyor komşum. “O kadar zile bastım, kapıya vurdum, sana seslendim açmadın, bugün gelemeyeceğimi haber verecektim. Kapıyı açmayınca başına bir şey geldi sandım, çok korktum. Allah korusun kalp krizi geçirdiğini düşündüm. Koştum çilingir çağırdım. Gelmesi uzun sürdü. Evde olduğuna emindim, sabahtan beri camdaydım, dışarı çıksaydın görürdüm. Boşuna kaygılanmışım. Şükür sadece uyuya kalmışsın. Boğucu sıcak ve nemden herhalde” diyor.
Üretken arkadaşım. Bir öykü daha yanlızlık bu kadar mı güzel anlatılır. Bayıldım Kalemine yüreğine sağlık sevgili Nuriye.