Güneş, ufuktaki gemilerin ardından kendini usul usul göstermeye başlamıştı. Bense bir çeteye dönüşmüş köpek arkadaşlarımdan ayrılmış, aylak aylak geziniyordum uzun sahilde. Gözümün önünden o kadar ürkünç, yaralayıcı görüntüler geçiyordu ki, hemen bulunduğum yerden uzaklaşıyordum. Arka sokaklarda göçmen kavgaları, insan pazarlıkları, sayısız kundaklamalar ve polis sirenleri eksilmezdi. “Burayı da geçelim, burayı da geçelim!” Diyordum kendime. Varıp gideceğim, konaklayacağım ya da sabitliğe malik olacağım sakin bir yer bulamamıştım. Benim adım avareydi. Bir zamanlar, sahibinin koruyup kolladığı ama sonra sokaklara salmaktan çekinmediği golden köpeklere benzeyen, farklı bir cinstim. 

Boş bir bankın altında miskin miskin uyuklamaya başladığımda ansızın onun yumuşak sesini duydum. İnce ses bana doğru yaklaştı. Kumral, uzun saçlarını yandan toplamış, kulağındaki büyük kulaklığı boynuna yatırmış ve koşmaktan terlemişti. Kâküllerini arkaya atarak, “Hey burada ne yapıyorsun uykucu şirin?” diyerek uzun, kirli tüylerimi sevgiyle okşadı. Kuyruğumu rastgele sağa sola salladım. Müşfik dokunuşları o kadar inceydi ki, kazara bir yerimi acıtmaktan, istemeden de olsa beni huylandırmaktan çekiniyordu. Karşısındakini incitmekten korkanların, en başta kendilerinin incinebileceğini unutmuş gibiydi. Kahverengi banka oturdu. “Senin için de bir mahsuru yoksa Yoldaş diyeceğim sana. Haydi, arabama doğru gidelim de bagajdaki mama paketlerinden birini sana ikram edeyim.” Bana gösterdiği koşulsuz sevgiye karşı koymak mümkün müydü? Ne de olsa yollar boyunca aradığım ufacık, saf bir sevgi parçacığıydı. Ürkek gözlerimden bunu nasıl da anlayıvermişti? Üstelik günlerdir boğazımdan doğru dürüst tek lokma geçmemişti. Kentin meydanlarında başıboş gezince, mecburen açlığa dayanma eşiğini fazlasıyla yükseltebiliyordun. Köpek mamasını salyalarımın akmasına aldırış etmeksizin iştahla yedim, bagajdan çıkardığı küçük bez topunu uzaklara attı, hemencecik ağzımla tutup ona getirdim. “Yarın yine geleceğim,” dedi Kamuran. Arabasının saptığı yola yöneldim, arkasından koştum. Araba takip mesafemden çıkıncaya kadar ilerledim. Sonra nefes nefese, koca bir ağacın altında durdum. 

Bulutlu bir gecede, arkadaşlarımın toplandığı eski bir barakada uyudum. Ertesi sabah yine sahile doğru yürüdüm. Sevecen kadın, bu sefer mama paketini küçük bel çantasına koymuştu. Mamamı bir güzel yedim, sıcacık ilgi sözcükleriyle tüylerimi okşayışı daha çok doyuruyordu beni. Hayvanların ruhu yok zannederler. Ama bizim de ruhumuz var ve en iyi anladığımız dil sevginin her yerde bilinen klasik incelikli dili. O gün, Kamuran’ın gözlerinde saklayamadığı bir keder vardı. Neşesi, enerjisi zorlamaydı. “Yoldaş, sevgilim de benim saçlarımı böyle okşardı…” dedi. Balköpüğü rengi gözleri dolmuştu. Ona gözlerimle; ağlamasını, gizlediği hüznünü akıtmasını ve içinden geçen tüm sözcükleri söyleyerek rahatlamasını söyledim. Kadın, ayrılıklara alışkın olduğunu, yalnızlığı tanıdığını ama bu yitiğin ona zor geldiğini saklayamıyordu. Büyük bir kaybı en yakınlarında görenler, dünyadaki diğer acılara karşı duyarsızlaşıyordu. Mesela ben, ilk sokağa atıldığım gün kahrolmuştum ancak sonraki zamanlarda yaşadığım dışlanmaları, itilmeleri, yok sayılmaları yadırgamamıştım. Olumsuzlukları, yaşamın bir parçası olarak görünce dayanmak kolaylaşıyordu. Bana kalırsa insanlar, mutluluğu bir amaç olarak gördükleri için mutsuzlardı. Kamuran toparlandı, tatlı bir şarkı söylemeye başladı, gözlerimden öptü beni. O gün, arabasıyla gelmemişti, koşarak eve doğru gideceğini söyledi. Bende onunla koştum, evini öğrenmek istiyordum. Bir gün aniden ortadan kaybolacaktı biliyordum, hiç değilse arada sırada ona uzaktan bakabilirdim diye içimden geçiriyordum. Ansızın yok olan, kokusunu zor unuttuğum her bir varlık derin bir iz bırakmıştı kalbimde. Sana bunları nasıl anlatayım? İnsan da sözle değil, tecrübe etmeden öğrenemiyor ki! Köşede durdum, küçük bahçeli, beyaz badanalı bir eve girdi. Aylar boyunca düzenli bir şekilde sahilde buluştuk. Ona alışmıştım, alışkanlık sinsiydi, esir alırdı. İhtiyaca dönüştüğünde ise, tam bir felaketti. Buna rağmen karşı koyamıyordum onun masumiyetine.

Günler günleri kovaladı, mevsimler değişmeye ve havalar soğumaya başladı. Kamuran çok erken saatlerde sahile koşmak için gelmedi. Birinci gün, ikinci gün, üçüncü gün, dördüncü gün ve sonra sayamadığım onlarca gün. Gelmedi. Kokusundan buralarda olup olmadığını anlardım ama yoktu. Onu çok özledim ve evine doğru yürümeye başladım. Açlıktan koşamıyordum ağır ağır yürüyordum. Mahallesinde gezinirken onun kokusunu aldım. Evin girişindeki kamelyada oturmuş, donuk donuk etrafına bakıyordu. Neden sonra bir yabancıyı fark ettim? Ayağına sarılan, gri bir kediyi kollarıyla kaldırdı, sonra onu kucağında şefkatle okşamaya başladı. Ona buradan duyamadığım bir şeyler mırıldanıyordu. Kapıdan bu sefer hafif kambur, yaşlı bir adam çıktı: “Kızım ilaçlarını içtin mi?” diye sordu. Kamuran başını salladı. Demek hastaydı yoksa unutur muydu beni? Yaşlı adam, bahçedeki ağaçlardan dökülen kuru yaprakları tırmıkla süpürürken, duvarın ardından beni fark etti. “Kızım gel bak, burada çok sevimli bir köpek var,” dedi. Kamuran ayaklarını sürüyerek, beti benzi solmuş bir yüzle baktı bana doğru. “Çok şekermiş baba,” dedi gülümseyerek. Beni tanımadı, gözleri buradan çok uzak bir yerdeydi. Arkasını döndüğünde hırladım, ürkekçe havladım belki sesimden tanır dedim. Yok, tanımadı. O içten genç kadın gitmiş, yerine yaşam suyu çekilmiş bir yabancı gelmişti, güleçliğini yitiren ifadesiz bir yüz. 

Haftalarca onun yaşadığı mahallede gezinip durdum. Koşuya gelmediği günlerin birinde çalıştığı bankada ansızın bayılmış. Doktor, kan değerlerin az daha düşerse öbür tarafa hazırlıklı ol demiş, serumlar, iğneler derken zar zor ayağa kalkmış. Babası onun son zamanlardaki halini telefonda konuştuğu birine aynen böyle anlatıyordu. Hastalığının unutkanlık yapma gibi bir yan etkisi de olmalıydı. Çünkü Kamuran geçip giden o günlerde, bana bir kez “yoldaş” diye seslenmedi. Kör noktasından çıkamamıştım bir türlü. Tüm duyularımla, değişmeyen sadakatimle, var oluşlarımla, yok oluşlarımla, olamayışlarımla düşünüyordum onu. Aramızdaki küçük sevgi parçacığı, bulut olup havaya karışmıştı. O sevgi parçacığı soğuk günlerde, üzerime dinmeyen yağmurlar yağdırdı, eski Kamuran’ın sıcak okşayışlarının hayaliyse kayan bir yıldız gibi kayboldu. Evinde beslediği, üstüne titrediği nankör bir kedi bütün dünyası olmuştu, benim yokluğumu hissetmedi. Ayazın eksilmediği kış günlerinde kalabalık ve tenha sokakları yapayalnız arşınladım. Bir sevgi parçacığı yeniden tutacak olsa bedenimi, ben onu tüm varlığımla tutamayacak kadar yorgundum. 

Burayı da geçelim, burayı da!” derken asıl kendimden geçtiğimi, yaşamı da tüketerek yürüdüğümü fısıldıyordum tanımadığım, başka kaldırım taşlarına…