Salonun ortasına yığılmış bohça bohça eşyaları görünce dondum kaldım. Nereden çıkmıştı bunca şey! Nereye sığmıştı bunca zaman ve nereye sığacaktı! Sedat’la tuttuğumuz ev hepi topu iki oda, içinde mutfak olan bir salon. Eskilerin deyimiyle nohut oda bakla sofa. Annem genç kız enerjisiyle dolanıyor etrafımda.

– Daha erken deme sakın, biz bunları ancak yıkar ütüler paketleriz. Üç ay ne ki göz
  açıp kapayana kadar geçer. Nikâhtan önce araba kiralayıp gelir götürürsünüz.

– Araba mı annee? Kamyon desek… Ne gerek vardı anacım bunca yorgunluğa,
  diyorum ama gözlerinden geçen gri bulutu görünce devam edemiyorum.

  Cam kenarındaki fıstık yeşili koltuğunda oturan anneanneme yöneliyorum. 
  Gözlüğünün camı yine değişmiş, daha da kalınlaşmış. Elinde rengârenk ipler, tığla 
  bir şey örüyor. İyice yanaşıyorum, sesimi olabildiğince yükselterek;

– Ananeee, ben geldim, hayırdır hiç yüz vermiyorsun, diyorum. Yüzüme dikkatlice
  bakıyor.

– Şermiiin, hoşgeldiiin, komşu kız sandım. Ne kulağım duyuyor, ne gözüm görüyor
  artık, dur bir sarılayım, diyor; her zamanki gibi koklayarak öpüyor.

– Ne örüyorsun anane, ne güzel renkler bunlar.

– Çeyizinde bir tane bile çaydanlık örtüsü yok, öreyim dedim, merak etme yavaş
  yapıyorum ama birkaç tane yaparım düğüne kadar.

  • Çok yaşa sen anane, ne yaparım ben çaydanlık örtülerim olmazsa? Nasıl olacaklar bakalım merak ediyorum, diyorum gülmekle ağlamak arası bir vaziyette.

Benim ilkokuldan beri sınavlarla boğuşmam, üniversiteyi ailemden uzak, maddi manevi zorluklara göğüs gerip bitirmem, sınavları kazanıp idealim olan okulda göreve başlamam bu çeyiz işinin neresindeydi? Bana kalırsa çeyizim diplomamdı, başladığım işimdi. Ailemin de katkısıyla hazırladığım bu çeyizi hayatım boyunca sergileyecektim. Kitaplarım ve çocukluğumdan kalma birkaç hatıra dışında bir şey götürmek niyetinde değildim evimize. Ben İstanbul’da eğitimim için mücadele verirken, annem ve anneannem bunlarla uğraşıyormuş demek. Ne paralar dökmüşlerdir kimbilir, ne çok emek harcamışlardır. İçim burkuluyor, Sedat’ı arıyorum. Ben buraya gelirken o  da memleketine ailesini ziyarete gitti. Düğüne kadar yoğun olacağız biraz onlarla vakit geçirelim, diye karar almıştık. Şaşkınlık içinde Sedat’ın evinde de durumun benzer olduğunu öğreniyorum. Ortalık tencere- tavadan geçilmiyormuş. Erkek çocuğa da çeyiz yapılabileceğini böylece öğreniyorum.

– Senin de sandığın var mı?” diyorum gülerek, yokmuş çok şükür!

Bir yandan kahvaltı ederken bir yandan annemin tek tek açmaya başladığı bohçalardan çıkanlara bakıyoruz. Çoğu sararmış, yer yer lekelenmiş nevresim takımları, masa örtüleri, çekmece içi örtüleri, raf örtüleri, sehpa örtüleri, renk renk çetikler, lizözler… Açtığı üç-dört bohçadan çıkanlar on çifte yeter! 

-Yoruldum, sonra devam edelim bakmaya, ha sahi, siz hangi ara yaptınız, 
  biriktirdiniz bunca şeyi, ben niye farketmedim? Sonuçta liseyi bitirene kadar
  beraberdik.

-Kız beşikte çeyiz sandıkta lafını duymadın mı sen? Bu işler böyledir, insanlar 
  çoğunlukla göstere göstere yaparlar ama annem sessizce yapmaktan yana oldu hep,
  ben de bilmiyordum evleneceğim zamana kadar benim için çeyiz hazırladığını.
  Sana vereceğimiz şu ceviz sandıktan beş tane çıkarmış annem zamanında.

Anneannem yine koltuğuna geçmiş uyukluyor, biz kahvelerimiz elimizde mutfakta devam ediyoruz sohbete. Anneannemin hikayesini ilk kez dinliyorum ondan, çocukluğumda bölük pörçük duyduklarım anlam kazanıyor. “Kendi gelen” ne demekmiş öğreniyorum mesela. Bir evin bir kızı anneannem, üç tane erkek kardeşi var. Çiftçilik yapıyor aile. Anneannem en küçük çocuk. İlkokul ikinci sınıftan sonra okula göndermiyorlar. Doğduğu günden beri çeyiz hazırlığı yapılıyor onun için, alınan her parça göstere göstere kaldırılıyor sandığa. El işi, ev işi öğretiliyor. Tarladan gelecek babası ve abileri için yemek hazırlıyor annesiyle birlikte. Babası ürün satmak için indiği kasabadan renkli kukalar getiriyor kızına, iğne oyaları yapıyor onlarla, havlu kenarlarına, çarşaflara. Aklı fikri evlenmeye düşüyor bir süre sonra. Bir an önce kendi evi olmalı… Bir gün çeşme başında yabancı bir delikanlıyla karşılaşıyor, yakışıklı mı yakışıklı. Ne bilsin onun komşu köyün en yoksul ailesinin oğlu olduğunu, zaten umrunda da değil. On dört yaşında nerdeyse bebekliğinden beri hayalleri evlenmeye yönlendirilen anneannem bir kaç ay sonra kaçıyor dedeme. Kâbus böyle başlıyor. Ailesi hiç affetmiyor. Gelin gittiği ailede adı “ kendi gelen” oluyor. Öyle ya, istemesiz, çeyizsiz, düğünsüz, derneksiz oğullarının peşine takılıp gelmiş… On altı yaşında annemi, sonra ard arda dört kız daha doğurmuş. Ne kadar çabalasa da aile içinde hiç sevilmemiş, itilmiş-kakılmış. Üstüne üstlük on yıl sonra kucağında bir erkek çocuk taşıyan bir kadınla çıkmış gelmiş kocası.

 – Bu senin kuman, oğlumun anası, hır gür istemem, iyi geçineceksiniz.

Ondan sonra evin hizmetçisi konumu iyice pekişen anneannem annesinden yardım istemiş. Zor belâ babasını da ikna edip o devirde hiç de kolay olmayan boşanma işini halletmişler. Kasabada bir ev tutulmuş, yemek bilgisi ve el işi becerisiyle ayakta kalmış anneannem. Beş kızdan bir tek annemi okutamamış. O, kardeşlerinin bakımına yardımcı olurken anneannem düğün, mevlüt, ölü evlerinde yemekler pişirip para kazanmış. İki kızı hemşirelik, bir kızı ilkokul öğretmenliği, bir kızı da muhasebe okumuş. Hepsi evlenip barklanmış. En son annem evlenmiş. Anneannem yaptığı erken ve yanlış evlilik için çocukluğunda şahit olduğu çeyiz hazırlıklarının, nerdeyse sekiz yaşından beri mutfağa sokuluşunun, okutulmayışının payını görmüş. Kızları bir kez bile çeyiz lafını duymamışlar onun ağzından ama hepsi ağzına kadar dolu ceviz çeyiz sandıklarıyla çıkmış anne evinden. Annemle babamın evlenişi ayrı bir öykü. Büyük bir aşk hikâyeleri yok, görücü usulü evlenip, anneannemi de yanlarında tutarak başlamışlar yeni hayatlarına. İyi de götürüyorlarmış ama babamın ben ilkokuldayken kalp krizine yenik düşmesi… Neyse iki kadın dayanışması ele güne muhtaç olmadan, kıt kanaat de olsa bugünlere getirmişler hepimizi.

Bir hafta sonra İstanbul’a dönerken önce annem, sonra anneannem birer miktar para sıkıştırıyor elime, itirazlarıma aldırmadan. Otobüsün arkasından annemin döktüğü su işe yarıyor, vaktinden evvel dönüyorum eve. Normal şartlarda iki hafta sonra gelip eşyalarımı ve onları alıp dönecektik İstanbul’a. Sonra onlar kendilerince çeyiz yerleştireceklerdi. Tabii Sedat’ın ailesiyle birlikte. Bir anlamda birbirleriyle çeyiz yarıştıracaklardı.

Olmayacak artık! Ve onlar bunu bilmiyorlar. Kapıyı açınca beni karşısında gören annem nerdeyse düşüp bayılıyordu. Zor sakinleştirdim, yok bir şey, sıkıldım birkaç gün kalıp gideceğim desem de ikna olmadı. Delici bakışları her an üstümde. Ev iki ay öncesine göre son derece derli toplu. Çeyiz sandığımın üstüne anahtarı takılmış, salonun ortasında duruyor. Etrafındaysa irili ufaklı on tane kadar koli, üç-dört tane de hurç var, içinde alın teri, emek, sevgi barındıran. Anneannem iki ayda bile çok değişmiş, yürümesi daha yavaşlamış, kulağı sanki daha ağır işitiyor. İyice sessizleşmiş, ıslak ıslak, pür dikkat bakıyor bana nedense.

– Nerde benim çaydanlık örtüm anane diyorum, bitmedi mi daha?

Bir şey söylemeden odasına gidiyor. Sıkıca sarılıyorum anneme; “olmayacak diyorum, ayrıldık biz.” Sessizce ağlıyorum. Anneannem odasının kapısında beliriyor, yüz ifadesini farkedemiyorum göz yaşlarımdan. Elinde renkli bir şey var. Yürüyüp yanımızdan geçiyor. Hurçlardan birinden benim hatıra olarak yanımda götürmeyi düşündüğüm bebeğimi çıkarıyor, elindeki şeyi bebeğe sarıyor, yakasından kancalı iğnesini çıkarıp tutturuyor.

– Şimdi çaydanlık mı kaldı kızım, elektrikli demlikler var çayı sıcak tutan. Bebeğine
  çok yakıştı bu. Götürürsün giderken. Acıkmışsındır, yoldan geldin, hadi gel
  karnımızı doyuralım, deyip mutfağa doğru yürüyor, peşi sıra da biz…