Saçları başındaki beyaz tülbentle aynı renkti. Perdesini sonuna kadar açtığı pencereden önünde göz alabildiğine uzanan manzaraya bakıyordu. Salkım söğüdün yeşili solmuş yapraklarını görünce,

“Bu garibim de benim gibi ağarmış, nerede bir zamanlar gürül gürül akan dereye sarkıttığı o güzel saçları. Gerçi yatağında gürüldeyen, taşların engeline öfkelenip köpüren o sular da yok ya. Cılız bir sızıntının aktığı yere koşmuş bütün ot, yaprak, diken. Hepsi suya hasret…Taşlar bir başına bekliyor azgın köpüklerle oynaştığı günleri, üzerinde kuruyup kalmış yosunlar da. Tıpkı benim gibi…

Ya biz… Derenin yanına gider, elimizdeki sopaları uzatıp suya direnmelerini izlerken tekerlemeler söylerdik “Dere dere çılgın dere, gidelim gittiğin yere.” Güneş yükseldikçe sudan yansıyan ışınların yeri değişir, bazen ağacın gövdesine bazen yapraklarına düşer bizimle saklambaç oynardı sanki. Oyuncağımız, renkli balonlarımız, boncuklu tokalarımız yoktu, ama her şeyi oyuna çevirmeyi bilen mutlu çocuklardık.”

İyice dalgınlaştı. Dış kapının açıldığını, torununun su şırıltısına benzeyen sesini duydu. Biraz sonra yanına gelecek, “Nineciğim!” diyerek boynuna sarılacak Elif’ini düşününce yüzü güldü. Kollarını açıp kucağına gelmesini bekledi. Öpüşüp koklaşmaları bitince,

“Bugün ne gördünüz okulda, hadi anlat bakalım?” dedi.

“Derste kuraklığı anlattı öğretmenimiz. Kuruyan dereleri, gölleri…Ölen balıkların fotoğraflarını gösterdi. Çok üzüldük. ‘Böyle giderse buğdaylarımız bile kuruyacak,’ dedi. Sizin zamanınızda böyle şeyler yoktu değil mi nineciğim?”

“Ah torunum uzağa gitme önümden akan dereye bak,” diyecekken sustu. Elif’cik yeteri kadar üzülmüştü zaten.  Nasıl olsa kendisi anlayacaktı bir gün.

Elif’in saçlarını okşarken eskiye gitti düşünceleri. Onun yaşlarındaydı, annesi isten kararmış güğümü eline verir suya gönderirdi onu. Yeşilliklerin arasından nereden geldiği bilinmeyen bir sızıntı, önüne yerleştirilen ağaçtan oyulmuş üstü açık borudan yol bulur, ip gibi akardı. Altına koyulan boş güğümde suyun ilk damlaları metal kapta tok seslerle yankılanırdı. Doldukça, su suya değer, akışı fısıltıya benzer, sanki ona bir şeyler söylerdi. Ne zaman bu sesi özlese güğümü alır “Konuşan suyu dinlemeye gidiyorum,” der annesini güldürürdü.,

Nereden gelip nereye gittiği bilinmeyen, dere, ırmak, göl, pınar, kaynak hatta yağmur dedikleri hepsinin adı su olan, bu akıp coşan maddeyle yaşam boyu dost olduğunu düşünürdü. Annesi, diktiği fidelerin dibine dökerken “Hadi bakalım can suyunuzu için de güzel güzel büyüyün,” dediğinde toprağın suyu emdiğini görür sevinirdi.

Çağlayan, kar olup donan, yağmur olup yağan, fışkıran, fokurdayan, damlarda tıpırdayan suyu çocuk aklıyla hep canlı olarak düşünürdü. Hele ilkokulda öğretmeninin “Dallara su yürüdü, bitkilerin öz suyu,” dediği zaman bir tanıdıktan bahsediliyormuş gibi içi ısınırdı.

Bugününe dönüp “Ne kadar şanslıyım,” diye düşündü. “Çocukluğumun geçtiği evdeyim, üstelik kızım, torunum da benimle. Daha ne isterim.”

Bunları düşünürken birden yağmur başladı. Evin bahçesine inip üzeri çinkoyla kaplı çardağın altında oturdu. Yağmurun sesi, yerinde sayan, bir yere gidemeyen usul adımlar gibiydi. Bu tıpırtılara ağaçların üzerinde birikip yapraktan yaprağa düşen damlaların sesi de eklendi. Çardağın dışına çıkıp avuçlarını gökyüzüne çevirdi. Saçlarına tutunan damlalar sıyrılıp yüzüne akmaya başladı. Çocukluğundaki gibi gözlerini yumdu, dilini çıkarıp yağmurun tadına baktı. Bulutların gözyaşları, diyerek dönüp kahkahalar attığı günlere gitti düşünceleri. Ne yazık yaşlı bedeni artık dönemiyordu.

Ani bir kararla, kullanılmayan eşyaların olduğu bölmeye gitti. Kırık dökük bir yığın eskinin altında epeyce aradıktan sonra çocukluğunda annesine su taşıdığı güğümü buldu. Bahçeden çıkıp suyu iyice azalmış dereden karşıya geçti. Bir elinde güğüm, diğer elinde baston yerine kullandığı sopası, epeyce yürüdükten sonra köy yolundan ayrılıp ormana doğru ilerledi.

Büyük çınarın altında tahtaları kurt yenikleriyle dolu, çatısı yer yer çökmüş kulübeye girdi.  Bir zamanlar çağlayarak akan derenin üzerindeki bu değirmene annesiyle buğday öğütmeye gelirlerdi. Gaz lambasının isiyle kararmış tahtaların üzerinde, çakıyla oyulan iyice silikleşmiş, gözünün zor seçtiği isimleri okumaya, dönen taşların, alttan fışkıran suyun sesini duymaya çalıştı. Ya öğütülen buğdaydan sandığa savrulan unun kokusu… Hele annesinin unları torbalara doldururken tutturduğu o türkü. “Değirmende döner de taşım, ah sevda değil bu bir hışım,” gençken dilinden düşmeyen bu ezgiyi mırıldanırken sesinin artık güzel olmadığını düşündü, güldü.

Değirmenin eşiğine oturup göz alabildiğine uzanan çimenlere, incecik patika yollara, ağaçlara kurumuş dereye baktı derin bir özlemle. Ağaç altlarından, yeşil yapraklı bodur çalıların, taşların arasından süzülen suların çevresini çamur ve taşlarla çevirip oluşan birikintiden dizlerinin üzerine çömelerek su içerdi. Şimdilerde kaynak suyu deyip de omuzlarda taşınan bidonlardakiyle hiç ölçülür müydü tadı?  İnekleri de onun içtiği yerden burunlarını değdirdikleri suyu üfler gibi içerlerken nefeslerinin titrettiği suyun üzerinde, küçük daireler oluşurdu,” diye düşünürken o anı görmek ister gibi gözlerini yumdu, öylece bekledi.

Yağmur iyice dinmiş, damlaların toprakla kucaklaşırken çıkarttığı o güzel koku genzini doldurmuştu. Oturduğu yerden kalkıp değirmenin üç yanı taş, çarkı kırılmış alt bölümüne indi. Sular basınçla dışarıya fışkırırken çocuk kahkahasına benzeyen ses kesilmiş, o zaman sevimli olan bu bölme, karanlık ve   ürkütücü bir hal almıştı.

“Değirmenimin suyunu, suyumun kahkahasını kestiler, deremi taşa çevirdiler. Sularımın canı, sesi, neşesi gitti. Azarlanmış çocuk gibi pusmuş bekler hepsi.” Söylenerek dere yatağı boyunca yürümeye başladı.

Gözlerini dört açmış ağaçların altında su sızıntısı arıyordu. Yağmurla ıslanan yapraklar işini zorlaştırıyordu. Uzun zaman arandı. Tam bulmaktan umudunu kestiğinde bir çam ağacının yana açılmış dalları nedeniyle kuru kalan toprakta sızıntıyı gördü. Sevinçle “Buldum!” diye bağırırken bu suyu biriktirecek bir çukur kazmalıyım,” diye düşündü. Elindeki sopayla iyice derinleştirdiği toprağın kenarlarına   dereden topladığı küçük taşları dizdi. Büyük bir istekle çukurun içini elleriyle kazıyarak toprağı kenarlara yığıyor, kuyusunu büyütüyordu. Kumda kuleler yapan bir çocuğa benziyordu bu haliyle.

Büyük bir huzur duyarak kuyusunun başına oturdu, sızarak biriken suyu izlemeye başladı. Başlangıçta bulanık olan su biriktikçe duruluyordu. Bunu güğüme nasıl dolduracağını düşünürken yeleğinin cebindeki ilaç kutusunu hatırladı.  Kızı ilaçlarını içmeyi unutmasın diye ona bir kutu almıştı. İlaçları çıkartıp cebine koydu. Alttaki suyu bulandırmamaya çalışarak küçük kutuyu daldırıp güğüme boşaltmaya başladı. Çok zaman gerekecekti, keşke maşrapa da alsaydım,” diye düşünürken omzunu silkti. “Başka ne işim var ki. Bu akşam evde musluktan değil doğanın bağrından gelen gerçek kaynak suyu içireceğim Elif’ime. Daha ne olsundu.”

Güğüm doldukça değişen sesi dinlerken. “Tıpkı çocukluğumdaki gibi,” diyerek gülümsedi.

Bu kadar mutlu olduğu bir gün yaşamamıştı ne zamandır, bunu sık sık yapmalıyım, hatta bir gün de Elif’imi getirmeli ona tanıştırmalıyım, borulara hapsedilmeyen, ağzı bağlanmayan, bidonlarda kimsesiz bir eşya gibi taşınmayan doğa ananın öz kızını.”

Dolan güğümü çok büyük bir özenle kenara alıp kuyudaki suya baktı. Durulmasını bekledi. Zorlanarak da olsa dizlerinin üzerine çömelip ellerini yere koydu, çocukluğunun bütün coşkusu ve iştahıyla uzun uzun, kana kana içti, içti, içti…

Ara sıra suyun yüzüne üfleyip daireler oluşturmayı da ihmal etmedi.