Her şey olması gerektiği gibiydi, biz ağı kaldırana kadar. Paçalarımızı dizlerimize sıvamıştık. Üstümüz çıplaktı. Attığımız oltalara bakarak kıyı boyunca yürüdük. Hiçbirine balık vurmamıştı. Cezmi öndeydi. Denizin bu sığ bölümünde suya girdik. Kıyıdan uzak değildik. Gece kayalıklara gerdiğimiz ağı toplayacaktık. Ondan da bir şey çıkmazsa bugün açtık. Önce Cezmi kaldırdı ağı yukarı. Cezmi yanımızdaki mahalleden. O ağacı geçtikten sonraki yokuştaydı evleri. Artık değil. Aynı okula gidiyoruz. Biraz çelimsiz. Ama benden iki sınıf büyük. Balıklar gibi yüzebiliyor. Açıkta bekleyen gemilerin oraya kadar gidebilir. Açıkta bekleyen gemiler.  O gemilerden kullanılmayan eşyalar atılır denize. Buraya, balık tutmaya gelen öteki çocuklarla işe yarayanları topluyoruz. Buzdolabına su koymak için. Ama önce yıkıyoruz. Yabancı içki şişeleri oluyor bazen. Renkli, köşeli, yuvarlak, uzun, kısa, şişman şişeler. Şişelerden birkaçını her zaman kendimize ayırıyoruz. Yan yana diziyoruz. Oraya, o ağacın altına. Ağaç bizim mahalleyi Cezmilerinkinden ayıran yokuş sokakta. Ağlayan ağaç diyoruz. Dalı kesilmiş bir dut. Kesilen daldan ince bir sızıntı görürsünüz. Gözyaşı gibi akar. Yavaş ve sessiz. Ağlayan dutun altında dizdiğimiz şişeleri sapanla vuruyoruz. Attığımız taş şişeleri ıskalar kimi zaman. Ağacın gövdesinden seker. Yakındaki evin çinko damını bulur ya da pencere camında şirin bir delik açar. Evin sahibi bizi selamlamadan, anlarız, tabanları yağlama vakti gelmiştir.

Kimi günler balık olmuyor denizde. Böyle günlerde gemilerden atılmış süslü plastik çantalarla yetiniyoruz. Renk renk plastik çantalar. Onları anneme götürüyorum. Annem sert plastikten yapılmış tutacak yerlerini kesiyor. Kendi yaptığı bez torbalara dikiyor. Cezmi, ağı biraz daha kaldırdı. Bulduğu eski ayakkabıyı, iki çingene yengecini omzunun üstünden geriye fırlattı. Sonra bir şeye uzandı. Uzandığı şeyi ağdan ayırması zaman aldı. Büyük cüzdana -ya da küçük çantaya- benzeyen siyah nesneydi eline gelen. Bir an göz attı. Onu da diğerleri gibi fırlattı. Yine omzunun üstünden. Attıklarından her biri uzak, ayrı bir yönde gitti. Biraz daha kaldırınca ağın alt yanındaki kolyozları gördük. Birbirimize baktık. Gözleri parlamış gibi geldi bana Cezmi’nin. Sudan buruşmuş elleriyle ağdaki balıkları alışkın hareketlerle çözdü. Aklım siyah nesneye takılmıştı. Ağı bıraktım. Siyah şeyin –her neyse- düştüğü yöne, demir atmış gemilere doğru kulaç atmaya başladım. Hızlı hızlı. Şimdi geride kalan Cezmi ağdan topladığı balıkları kıyıya, kumların üstüne atıyordu. Doğrusu Cezmi benden çabuk bulabilirdi o şeyi. Çünkü birlikte yüzdüğümüz zamanlar, ne öteki çocuklar yetişebilirdi ona, ne de ben. Aşağıya, suyun dibine baktım. Sualtı cam gibiydi. Renkli bitkiler ve mercan kalıntıları. Şu yıkılan dükkânındaki Berber Necmi’nin akvaryumu kadar saydamdı. Burundan ötedeki kayalıklara yaklaşıyordum. O şeyi gördüm. Siyah nesne. Şamandıraya asılmış iğnenin ucundaki yem gibi gibi boşlukta duruyordu. Derin bir nefes aldım, suyun altına daldım. O sırada -gelen dalganın etkisiyle olmalı- o şey hareket etti. Burundaki kayalıklara doğru. Sonra gözden yitti. Kayalıkların aşağısı karanlıktı.

 

Önce karanlıktı. Söylemek istediğim, buraya düştükten sonraki “önce”. Yukarıda, kayada sanırım bir çatlak var. Işık sızıyor. Az, ama zaman geçtikçe aydınlık artıyormuş gibi duyumsuyorsunuz. Zaman geçtikçe alışıyor mu insan? Gelmeden bilmiyordum. Büyük balık, demişti patron, olta bir yerlere takılmış, git, çek. Söylediğine göre hukuksal süreç tamamlanmış. Birkaç kişi karşı çıkmış. Onları da ikna edeceğiz, demişti. Nasıl olacağını sormamıştım. İkna konusunu demek istiyorum. O da söylememişti. Ben işin teknik yanıyla ilgileniyordum. Ama o, inandırma bölümüyle de uğraşmamı istiyordu. Bakarız, demiştim. Yapılardan, depreme dayanıklılık ölçümü için örnek almış olmalılar. Örnekler inceleme sonucunda dayanıksız çıkınca –dayanıksız çıkması sağlanmıştır- yasa, yıkıp yeniden yapmayı kolaylaştırıyordu. Bölgenin zemin yapısını bileceğimi düşünüyormuş. Öteki mühendislerden daha çok. Ama onun için insan dokusunu bilmek önemliydi. Bu yüzden ortağı yaptı beni.

Sonbahar, Ekim’in on üçü. Buraya uzun bir yolculuktan sonra geldim. Yüzü güneşten kararmış kalfa karşıladı.

“Hoş geldiniz Mühendis Bey.”

Şirket büyükçe şantiye kondurmuştu. İçeri çağırdı. Çay ikram etmek istedi.

“Sağ ol” dedim. Bir an önce dönmeyi düşünüyordum. İşi bitirdikten sonra. “İçeriz. Yapı alanına bir bakalım.”

Yapı alanı! Böyle diyoruz. Şantiyeden baretli iki işçi çıkıyordu. Alana doğru yürüdük. İşçiler için konteynerden bozma üç barınak. Uzakta, kıyıya doğru devasa jeneratör. Kanal kazıcılar, kepçeler, kazı kamyonları. İşin doğası toz toprak… Kamyonların tekerleklerinden kırmızı bir toz bulutu dağılıyordu. Kırmızı bulutun örttüğü uçsuz bucaksız gibi görünen yıkıntı denizine yöneldik. Yuvarlanan moloz kalıntıları üstündeki botlarımızla iki ip cambazı gibiydik. Beklediğim, doğru söyleyişle, kanıksadığım görüntülerdi bunlar. Burada iki mahalle varmış. Kalfa yıkılan alanın –eliyle ufku işaret ederek- sınırlarını, tasarlanan on sekiz katlı yapıların, alışveriş merkezlerinin, yeni yolun yerlerini gösterdi.

“Yeni yol olarak planlanan bölgede toprak kayıyor” dediğinde henüz botlarımın altındaki taş kaymamış, gelgitlerin açtığı karanlık yeraltı mağarasına düşmemiştim.

“Hım” dedim, siyah kaplı defterimi çıkardım, taban suyuna bakılacak, notunu yazdım.

“Mühendis Bey” dedi kalfa, “bana sorarsan istinat duvarı gerekiyor oraya.”

Bulunduğumuz yerden, aşağıdaki deniz görünüyordu. Toprak kaymalarına taban suyu düzeyindeki mevsimsel değişimlerin yol açabileceğinden söz etmedim. Yağmurların, eriyen karın tabandaki su düzeyini değiştireceğinden de. Bölge yağışlıydı. Zemin yapısı, bina temelinde kullanılacak gereçlerin özellikleri gözden geçirilecekti. Bunları, mühendislik eğitimi almamış birine anlatmaya çalışmak, yolculuğumdan yorucu göründü bana.

“Bakarız” dedim kısa kesmek için. İyice batıya geçmiş güneşin kızıllığı gözümü alıyordu. Yokuşta birkaç çadır ilişti gözüme. Yapacağımız yol yönündeydi çadırlar.

“Mühendis Bey” dedi kalfa, “işte o çadırlar…”  

“Jeneratör bozuldu abi” dedi nefes nefese yanımıza gelen bir işçi. Kalfa, işçinin arkasından jeneratöre doğru giderken, yokuşa yöneldim. Yokuşta molozların yerini yıkıntılar almıştı. Yorgun, ağır bedenleriyle pazardan dönen kadınlar geçiyordu yıkıntıların içinden. Evleri henüz yıkılmamış olanlar ne zaman yıkılacağını konuşuyorlardı. İçlerinden biri durdu. Elindeki torbaları dut ağacının altına bıraktı. Turşuluk sebze doluydu torbalar. Plastikle örtülü çadırlardan birinin önünde oturan yaşlı kadınla selamlaştı. Yaşlı kadın,

“Eski komşularımı göremiyorum” dedi, “artık kimseyi göremiyorum.” Derin bir iç geçirdi. “Birlikte güldük, birlikte ağladık.” Yıkıntıları gösterdi, “Bizim sokağımızdı burası. Torunlarım burada doğdular. Şu ağlayan dutun altında oynadılar. Şimdi herkes gitti… Ben bırakamıyorum. O yüksek katlarda nefes alamam.”  

Fazlasını dinlemedim. Projemiz için önemsiz pürüzlerdi bunlar. Üç beş kuruş verip çözümleyeceğiz, diye düşündüm. Yeni yol alanına döndüm. Binalar yükselmeye başlayınca nasılsa çadır yeri kalmayacaktı. Yapacağımız yeni yolda, toprağın kaydığı yere geldiğimde güneş batmıştı. Bölge dik bir yamaçtı. Düşmemek için boynumu uzattım, baktım. Bıçakla kesilmiş büyük bir dilim pasta gibiydi. Ayrılan parçayla ana kitle arasında derin bir yarık oluşmuş ama parça henüz kopmamıştı. Başım döndü. Birden jeneratörün sarsıntılı gürültüsünü duydum. Birkaç adım çekildim. Duman renkli kaya parçasına, yer sallanıyormuş duygusuna kapıldığım sırada basmıştım.

Gözlerimi açtığımda çevrem karanlıktı. Üstünde yattığım toprak ıslaktı. Ellerimle başımı yokladım. Yalnızca sağ kolumda bir sıyrık vardı. Bulunduğum yer sessizdi. Yalnızca sahile vuran dalgaya benzer bir ses yankılanıyordu. Sırtımda ve başımın arkasında ağrı duydum. Cebimdeki telefona uzandım. Gözlerim yeniden karardı. Ne kadar zaman geçtiğini bilmiyorum. Uyandığımda yukarıdan silik bir ışık sızıyordu. Nemli serinlikle ürperdim. Bir yeraltı boşluğundaydım. Buraya ne zaman düştüm? Ne kadar baygın kaldım? Bilmiyorum. Dalga sesi duyuluyordu yeniden. Bayılmadan öncekinden yakın gibiydi. Telefonum… Bakmış mıydım? Aradım. Bulamadım. Olasılıkla düşerken bir yere çarpmış, yitirmiştim. Ama defterim, hâlâ cebimdeydi.

 

Defterin ıslak sayfalarından sular damlıyordu. Oturduğum yerde doğruldum. Islaktı ama yine de elimden bırakamıyordum defteri. Buradan göremediğim bir açıklıktan vuran güneş suya, oradan mağaranın tavanına yansıyor, mağara dalgalı gün ışığıyla aydınlanıyordu. Aydınlık yetersizdi. Ama beni bu sualtı mağarasına getiren siyah kaplı defteri ancak böylelikle okuyabiliyordum. Defterin bundan sonraki sayfaları birbirine yapışmıştı. Okunmuyordu. Yapışan sayfaları açmaya çalıştım. Yırtılmaya başlayınca vazgeçtim. Işığa tuttum. Güçlükle, okuyabildiğim son cümleler şunlardı:

“Ayaklarımda… serinliği… duyumsuyorum. Su yükseliyor.”  

Defteri kapadım. Pantolonumun arka cebine koydum. Derin nefes aldım. Geldiğim geçitten, burundaki yosunların, pembe su menekşelerinin arasına daldım. Yüzeye çıktığımda nefesim tükenmek üzereydi. Cezmi sahildeydi. Ona doğru yaklaştım. Çakılların üstünde emekleyerek nefes nefese seslendim:

“Cezmiii, ne buldum!”

Cezmi elindeki ağı bıraktı. Bana baktı. Siyah kaplı defteri göstermek için elimi arka cebine attım. Siyah kaplı defter yoktu.