Bana söylediğin en son cümle neydi? Sedyeyle götürülürken “hoşçakal” dedin tabii. O değil, ben şöyle gözümün içine bakarak söylediğin son cümleyi hatırlamak istiyorum. Sahi ne zaman vaz geçtik biz konuşmaktan? Ne zamandır kendimi dört duvar arasında hapsedilmiş hissediyorum? Koronalı günler başlayalı bir buçuk iki ay oldu, herkes ev hapsinde ama bizim içinde yaşadığımız yüz elli metrekareye mahkumiyetimiz çok daha önceden başladı. Hem mahkûm hem gardiyandık. Korona, pandemi, entübe kelimeleri hayatımıza girdikten sonra konuştuğumuz sayılı cümlelere birkaç tane daha ilave oldu o kadar. Günaydın, hava güzelmiş, kahvaltı hazır, afiyet olsun, eline sağlık, ben odamdayım çalışacağım, kolay gelsin, sipariş listesi oluşturmalıyız, kargo geldi sen alır mısın, gelen eşyaları dezenfekte etmeme yardım eder misin, çorabımı bulamıyorum, annem arıyor beraber konuşalım, ben odamdayım görüntülü görüşmem var, benim spor saatim, kitap okuyacağım biraz, müzik dinleyeceğim, sosyal medyada takılacağım, yemek hazır, bugün biraz dışarı çıkacağım hava almam lazım, bugünkü vaka sayısı kaçmış, hafta sonu sokağa çıkma yasağı var mıymış, ben yatıyorum, iyi geceler. Üç aşağı beş yukarı bu kadar cümle sarfediyoruz gün boyu.

Uykusu kaçıp evin bir köşeşinde sabahı bekleyene, diğerimiz en son ne zaman “ne oldu, bir sorun mu var, hasta mısın ya da bir şeye ihtiyacın var mı?” diye sordu.

Ne zaman hapsolduk biz bu dört duvar arasına sahi? Yirmili yaşlarda ilk görüşte âşık olup alelacele evlenip borç harç içinde hayallerimizdeki evi mi, müebbet hapis mekânımızı mı hazırlıyorduk? Çocuklarımız olsa dışarı açılan bir kapımız olur muydu? Kaç kere aldattın beni? Her seferinde biraz daha eksik döndün yanıma, biraz daha soğuk, çaresiz. Ben senin gönüllü gardiyanın, tek kozum kendi canımdı. “Söz verdin, bırakamazsın beni, kıyarım canıma!” Sen de benim canımın gardiyanı olmayı seçtin. Biliyor musun, ben o kadınların hepsini biliyordum. Çünkü anlamam için elinden geleni yapıyordun belki farkında olmadan belki de isteyerek. Dikkat çekmek istediğini, aslında “imdat” dediğini söylüyordu bir yanım. Diğer yanım bebeğimizi kaybettikten iki ay sonra ve benim yüreğimde derin bir kuyu açılmışken, içine acılarımı bir bir istiflemekteyken, yüreğime jilet kesikleri atmanı affetmememi söylüyordu. İyi niyet sınırlarını zorlayarak değerlendirsem, acının merkezini kaydırmak istiyor, daha az üzülmem için, derdim. Oysa tek düşünebildiğim, ya da yapabildiğim seni yanımdayken yok olmaya mahkûm etmek, hem kendimce intikam almak, hem bu sayede hayata tutunmaktı. En son sarıldığın gün bebeğimizi kaybettiğimiz gün müydü yoksa bir daha bebek sahibi olamayacağımızı öğrendiğimiz gün mü? Artık önemi yok gerçi, zaten ne onu ne de kurduğun son anlamlı cümleyi hatırlayamadım gördüğün gibi. Korona günlerinin hayatımıza kattığı olumlu şeylerin listesi yapılıyor sosyal medyada, bu maddelerden biri; içimize dönme, kendimizi dinleme, keşfetme fırsatı bulmakmış! Ne bulacaklarını sanıyorlar içlerinde acaba, kuyularında, kuytularında neler var? Bir daha konuşma şansımız olursa birlikte düşünebiliriz belki bunu. Ha bir de tavsiyeler listesi var; onlardan biri de yazmak. İyi hissettirirmiş! Al işte yazıyorum neden hâlâ çok kötü hissediyorum? Neden özlüyorum seni ve kaybetmekten korkuyorum? Alışkanlık? Yarım kalmışlık? Yalnızlık? Takıntı? Neyse ne işte! Ben kuyunun kapağını açmamak üzere kapatalı çok olmuştu, gel gör ki bu mavi kalem isyankâr çıktı, “sen misin yıllarca eline almayan” der gibi yazıyor da yazıyor. 

Sen bu gece haberlerinde yine entübe hastalar listesinde bir sayı olacaksın. Niye solunum cihazına bağlı hasta demiyorlar acaba? Bilinci yerinde mi oluyor böyle hastaların? Sen farkında mısın yaşadıklarının, acı çekiyor musun? Umarım öyle değildir. Bilincin açıldığında yaşadığın her şey bir rüya gibi gelir. Birbirimizden kaçmanın yollarını bulup bir arada yaşadığımız günler sıkıcı ama tahammül edilir gibiydi. Birbirimizden ve kendimizden kolayca kaçıyorduk. Benim ev işlerim, kendimi, yeteneklerimi geliştirme kurslarım, sanal alemlerde dolaşmalarım, alışveriş merkezlerinde gezmelerim, alışverişlerim, gezi gruplarım falan vardı. Senin işin, kadınların, ha bir de spor salonların vardı, genç görünümünü korumak için olmazsa olmazın. Karantina günlerinden sonra işler çekilmez hale geldi en azından benim açımdan. Evden çalışmaya başlayışın, uzun süredir görmezden geldiğim varlığının yoğun tezahürü! Koridordan gelen terlik sesini duyduğumda kulağımı kapatıyordum ellerimle, sen odana kapandığında derin bir oh çekiyordum. Yemek yerken çıkardığın en ufak ses, höpürdeterek çay içmen delirtiyordu beni. Şimdi düşünüyorum da o ayak sesleri oda kapımın önüne gelseydi ara sıra, bir bardak demli çayı bana uzatsaydın gülümseyerek… Ya da ben gelseydim odana, bir bardak da bana doldur deseydim… Yanlışlıkla girdiği evden dışarı çıkmak isterken cama toslayıp debelenen arılar gibiydik ikimiz de… 

Ben bu mektubu sana hitaben yazıyorum. Eline geçip geçmeyeceği belli değil, senden başka kimseyi de ırgalamaz bu yazdıklarım, biliyorum. Çöp olacak bir kâğıt parçası işte. Hayatımız ne ki? “Hayatımı mahvetmene izin vermeyeceğim.” Hah işte buydu bana en son söylediğin cümle. Gözümün içine dik dik bakarak. Al işte sen bir yoğun bakım ünitesinde makinalara bağlı, ben evde karantina altında. Belki birkaç gün sonra yattığın hastaneye gelmeye aday. Kimse kimsenin yanında değil artık iyi günde, kötü günde, hastalıkta, ölümde…

Belki her şey yolunda gider, elden veririm sana bu mektubu. O zaman konuşuruz, mahvolmaya mahkûm olmayan hayat var mı diye, ne dersin?