Ayın sonlarında ölürdün sen. Yaşayamadıkların boğardı, kesinliklerin keskin çizgisinde donuklaşırdın, kalırdın öyle.

Yirmi yedi- yirmi sekiz- yirmi dokuz- otuz… Takvim yaprakları, ayın son günlerinin ıslığını çalardı. Karantinada ritmi bozulmuş uyku düzeninin, akrebi yelkovanı bozuk eski bir saatten farkı yoktu. Büyük ekrandaki uzmanlar, gece uykusunun önemi anlatıyor, gece on bir ile sabah beş arasında uykuda salgılanan karanlıklar hormonu, melatonin hormonundan dem vuruyor. Diyorlar ki, bu hormon kanserden koruyor ve yaşlanmayı geciktiriyor. Bu söz üstüne yaşlanma zaafın, saçma dolu eski bir av tüfeğinden sana doğru nişan alıp patlıyor o an. Bam! Banyodaki dolaba dizdiğin otuz beş yaş üstü yaşlanma karşıtı kremlerin, kırışık önleyici maskelerin, temizleme köpüklerin dilleniyor gizlice.  Bütün hüzünlerinin soyunduğu tenha bir gecede, salya sümük ağlayıp gece kremlerini sürmeyi unuttun. Duygusal acı çekmekten rahminde irili ufaklı miyomlar büyüttün. Operasyon tarihin kaydı başka zaman dilimine. Pandeminin sokulduğu kasvetli günlerde ileriye atıldı bütün planlar, tatiller ve hayaller. Epizodik hafızandan sızan, dalgalı rüyandan bir çırpıda uyanıyorsun…

Dört günlük karantina sonrası tuhaf bir hisle yatağından fırlayıp, eşofmanlarını üstüne çekip, sokaklara vuruyorsun kendini. Dışarıda dünyanın en içli baharı, boylu boyuna uzanmış yatıyor. Çiçeklerini, senin içeride kalmana aldırış etmeksizin büyüten bu şehvetli bahar, kıpırdatıyor içinde öleni. Leylakların, akasyaların, begonvillerin ve hanımellerinin kokularını içine çekerek yürüyorsun. Doğukent Caddesi’ndeki koşu yolunda, adımlarını hızlandırıp koşmaya başlıyorsun. Koşarken Herakleitos’un aydınlık ırmağında kaç kez yıkandığını düşünüyorsun. Irmak her gün farklı akıyor, akıyor. Ama hep aynı yerdesin, içeride. Durmadan aynı ırmakta yıkanan sen, benzerliğini yıkamıyorsun. Güneşin ışığıyla yüzünü, ruhunu yıkamak istiyorsun. Yaşadıkça sihri kaybolan, gökadalardan yoluna düşen gölgelere basarak koşuyorsun. Gölgeleri sen fazla büyütmüşsün haberin yok. Koş, haydi daha hızlı…

Bir iğde ağacının dalları altındaki bankta soluklanırken, kendini sevmenin bile tek başına yapılmayacağını düşünüyorsun. Çok kişilikli bütün duygular, karşıtsız değil tüm gerçekler. Geveze kuşların sesini dinliyorsun, kulaklıklarını atmışsın bir kenara, yalnızca doğanın sesine kulak kabartıyorsun. Bir böceğin, bir kertenkelenin, bir taşın, bir otun daha önce duymadığın seslerinde kalıyorsun. Duyularını olabildiğince dış dünyaya açıp, soluğunun bulutları döndürdüğünü duyumsuyorsun. Kaldırımda büyük alışveriş poşetlerini sırtlanmış, poşette hem un, hem de ekmek taşıyan anneler görüyorsun. Ekmek korkusu, pandeminin salgıladığı büyük korkulardan biri. Hayatta kalma güdüsünün en büyük göstergesi çavdar, yulaf, tam buğday unlarından yapılan ekmekler. Bu içsel muharebelerin tavan yaptığı günlerde, terk edilmiş olmanın hazin gerçeği, göğsüne sıkışıp kalıyor. Düşmanını oracıkta gömmek isteyen biri gibi apansız ayaklanıyorsun. İğde ağacından bir dal koparıyorsun. Bahara doyamamanın sana verdiği imtiyazla, bir dal koparmakla bir şeycik olmaz diyorsun, bugün iğde çiçeği olmak istiyorsun. Odan iğde koksun. Ondan önceki gün, tomurcuklanan bir gül dalı olmuştun. Avucunda kalan o mest eden kokuyu içine çekiyorsun. Bir koala gibi o ağacın yumru yumru dallarında uyumak uyumak… Sürekli üstüne çullanan ağır bir uyku halinden kurtulamıyorsun.

Elindeki ince iğde dalıyla geri dönüş yolunu koşuyorsun. Suskun ağaçlar ‘devam’ diyor, beyaz maskesini çenesine kıvırıp sigarasını tellendiren, vicdanı rahat olmayan ama umursamaz görünen yaşlı bir adam ağzını kıpırdatmadan ‘devam devam,’ diye sesleniyor yorgun gözleriyle. Çöp kutuları, banklar, çiçekler, uçuşan kelebekler: ‘devam devam…’ Yolun sonunda koşmayı bırakıp hızlı adımlarla yürüyorsun. Ukrayna Caddesi’nden, Turan Güneş Bulvarı’na çıkarken sinirli bir adam bağrış çağrış içinde ‘ben bunu hak etmedim, lanet olsun ben bunu hak etmedim!’ diye öfkeden tepiniyor, ağzından kurşunlar çıkıyor sanki. Onun gergin sesi, ayak bileklerine inen bir kamçı gibi şaklıyor. Kalabalığın ötesinde durup, olana bitene bakıyorsun. Dağılan saçlarını, kalın saç lastiğinle yeniden topluyorsun. Telaşlı bir kadının, kalabalığı ortadan ikiye bölmesiyle kalabalıktaki değişik bedenler, iri gözlerinde yıkık mabetlere dönüşüyor. Kaldırımda kendi canını hiçe sayanlara kıyamayanların anılar tomarı yanıyor, dumanı tütüyor.  Havaya karışıyor yanık kokusu. Seyir defterine kaydedip o görüntüyü, bu kaosun figüranlığından çıkıyorsun. Sessizlikle barışıp eve varıyorsun, dışarıda çiçekler gibi fotosentez yaptığın için, barış aurası yayılıyor her yana, elinde ince bir iğde dalıyla. O ıssız yerde bir viyolonsel sesinde göz kırpan hissizlik nöbeti bekliyor seni. Yaklaşıyorsun.