Gelsem, ayaklarına kapansam…

Çok pişmanım desem… Pişmanım… Çok pişman…

Yüzüme bakar mısın?

Döner misin evimize?

Ben leyleğin yuvadan attığı yavruydum, seninle karşılaştığımda uzatmaları yaşıyordum, sayende varım desem…

Seni bulmak bana umut verdi, gelecek vadetti, hedef gösterdi ve ben bunlara çaresizce tutundum…

Ama yok, seni ben değil, sen beni bulmuştun. Gözlerini gözlerime mıhlayıp, “Kendine gel arkadaş, sen daha iyisini hak ediyorsun” demiştin.

Daha iyisi ne olabilir ki diye düşünmüştüm. Küçücük bir dünyam vardı. Tek odalı kiralık evim, her gün aynı sokaktan kimseyle göz teması kurmadan gittiğim, yürüyüş mesafesinde iş yerim vardı. Kimseyle zorunlu olmadan konuşmadığım bir işim vardı. Bütün gün kitap kokusuyla haşır neşirdim. Üstelik ücretsiz ulaşabiliyordum kitaplara. Bütün yaptığım bilgisayara gerek duymadan yerlerini ezbere bildiğim kitapları müşteriye vermekti, en sevdiğim ortamda çalışıp bir de üstüne aydan aya maaş alıyordum. Kum saatinin dolmasını bekliyordum sakince, yok olacaktım kimse fark etmeden… Bir varmış, bir yokmuş…

Hafızamın çok güçlü oluşu dışında derdim yoktu. Onu da puslandırmamın yolunu bulmuştum. Dumanlı kafayla geziyordum gündüz-gece… Nerede kâğıt bulsam yazıyor-çiziyordum bir de…  Bir meczubun saçmalamalarıydı işte…

Sen okuyana kadar onların bir değeri yoktu…

Orada yazılanlara âşık oldun sen bence, benim neyimi sevecektin ki… Annesinin, babasının cami avlusuna bıraktığı bir çocuğu kim severdi ki…

Sen ne güzel sevdin… Ben nasıl da inanamadım… Ne çok test ettim seni ne çok sınadım…

Bütün testleri geçtin yine de kanaat notundan sınıfta bıraktım seni…

“Ne işin var kızım senin benimle,” dedim; “bak ben çok içerim!”

“Birlikte içeriz, kararında bırakırız.”

“Bak ben konuşmayı sevmem, susarım.”

“Birlikte susarız.”

“Ben dağınık adamım hem evim hem kafam dağınıktır benim.”

“Birlikte dağıtır birlikte toplarız.”

“Ben sevmeyi bilmem git işine.”

“Öğretirim, olmadı benim sevgim ikimize de yeter.”

“Elini sonuna kadar tutamayabilirim, yorulursun.”

“Ben yorulmam, elini hiç bırakmam.”

“Vay be!” dedim… “Aklından zoru var herhalde… Gelsin benle beni yaşasın, iyileşsin…”

Her canını yaktığımda sordum; pişman mısın benimle olduğuna?

“Asla!” dedin. “Öğreteceğim sana insan gibi sevmeyi…”

İnsan yerine konmamış biri için çok zordu be gülüm…

Beni nedensiz, öylece, olduğum gibi sevdin sanmıştım ilk yıllarda.

Oysa soğuk suya atılıp, yavaş yavaş suyun ısısı artırılarak haşlanan kurbağa gibi, kendimi bekleyen sonu algılayamamışım. Hayatım an be an değişti. Öyle güzeldi ki her şey… Kocaman evini bırakıp benim tek göz evimi yuva yaptın. Darmadağın kâğıtlarımı konu başlıklarına göre klasörlere istifledin, kafamın içini bile düzenledin. Artık orada da klasörler vardı farklı konuları yerli yerine koyduğum.

Yazılar kopuk kopuk bir oradan bir buradan değil konu başlıklarıyla çıkıyordu. Çöp dediğim cümleler senin bakışınla değer kazanıyordu. Hiç aklımda olmayan bir şeyi sürekli gündemde tuttun; kitap yazmak.

İlk kitap, ilk ödül kutlamalar. Tanınır olmak. Evimde yabancı olmak. Kurduğun kusursuz düzen içinde aradığım hiçbir şeyi bulamamak.

Sonra senin geniş evine taşınmak…

Tertipli, düzenli, pırıl pırıl bir ev. Eline aldığın objeyi aynı yere koymak zorunlu, karın kızar. Sahi sen mi bana annelik yapmaya kalktın, ben mi sende hiç tatmadığım “anne şefkatini” aradım ve senin her dediğini itirazsız yerine getirdim…

 

Kitap yayınlandıktan sonra, görünür olmak zorunda olduğumu çok geç fark ettim. Tanıtımlar, söyleşiler, şehir şehir gezmeler. Etrafımda bir hayran kitlesi… Oysa sessizce yaşayıp sessizce ölmeye kurmuştum kendimi. Kimseyi umursamadan, kimsenin umurunda olmadan.

Eski halimi bir tek sen beğendin şimdiki halimi herkes… Bıraksaydın bana âşık olduğun halimle kalsaydım, sadece sen ve ben olsaydık oluşturduğumuz küçücük dünyamızda.

Sen öyle yaşanmaz böyle yaşanır derdindeyken etrafım sarılmıştı, farkında değildin. Aslında ben izin verdim özellikle kadınların yanıma yanaşmalarına. Görünür olmak artık hoşuma gidiyordu. Varlığım önce senin tarafından, sonra herkesçe onaylanmıştı.  Tadını çıkarmaya başladım. Artık “ince zevklerim” vardı, onların peşinden koşuyordum. Güzel vakit geçirmek istiyordum, nasıl yaşamalıyım hesabı yapmadan günümü gün etmek istiyordum. On yıl içinde biri ödül alan iki kitap yazabilmiştim ve hâlâ her anlamda onun ekmeğini yiyordum. Birçok kadınla birlikte oldum, evet. Övgüleri, hayranlıkları hoşuma gidiyordu. Birlikte olduğum her kadının farklı özellikleri vardı. Güzellik, nezaket, neşe, cesaret, tutku, şefkat, cazibe, zekâ… Hepsini bir arada kimsede bulamadım. Bulsaydım eğer, o kadın, kitapçıda çalışan, dünyayı umursamayan, otuzlu yaşlarda, yoksul bir adamdan etkilenip ona öğle tatilinde birlikte kahve içmeyi teklif eden ve onu ikna eden “sen” olurdun ancak. O seni çok özlüyordum, özlüyorum…  Artık ne sen ne de ben aynı değiliz. Değiştik…

Ruhlarımız, bedenlerimiz hırpalandı, yıprandı. Senin sağlıklı yaşam mottoların bir yere kadar götürdü. Aynalar gerçekleri söylemekte ısrarlı…

Şimdi sen diyorsun ki; “Neler yaptım ben senin için. Nereden nereye geldin bak. Ünlüsün, paralısın, ne yapsan yanındayım. Seni hep affettim. İlk aldatmanı anlattığında saatlerce ağladık birlikte. Sözler verdin bana, yeminler ettin “bir daha olmayacak” diye”

Bir düşün bakalım, ben niye gelip anlattım sana hem o ilk aldatmayı hem sonrakileri… İlkinde bana “dur” deseydin, ben senin sınırlarını bu kadar zorlar mıydım acaba? Belki de sana, “yeter artık, uğraşma benimle, beni getirdiğin nokta işte bu” diyordum bir şekilde… Yaptıklarıma mazeret arıyor gibi oldum değil mi? Öyle belki ama şu bir gerçek, ben sana yaşattıklarım için üzgünüm, pişmanım.

Ya sen? Sen neden tutundun bana kendinden vazgeçesiye? “Uğraşmasaydım hiç” demiyor musun?

Bıraksaydım o kitapçıda çalışan yalnız, zavallı, sevgisiz adam olarak yaşasaydı, yanına hiç yanaşmasaydım, diyor musun?

Yoksa senin de tutunacak birine ölesiye ihtiyacın mı vardı?

Ben çok pişmanım sevgili, ya sen?