Petro ayağa kalktı, küçük odadaki çiçek desenli yıpranmış duvar kağıtlarına, dar ve yüksek pencereye baktı. Rüzgârın hareketlendirdiği yaprakların arasından göz kırparak giren ışıklar duvarlara değişen desenler yansıtıyordu. Uykusuz geçen gecelerin yorgunluğu birikmiş, göz altları çökmüş, yüzü solmuştu.  Pencereden bir süre Paris’in dar sokaklarını, binaların avluları gizleyen demir kapılarını seyretti. Karşı pencerede bir kadın kucağındaki küçük kız çocuğunu aceleyle öperek koltuğa bıraktı. Yana toplanmış tül perdeyi indirdi, diğer pencerenin önüne geçti. Gözleri şöyle bir kaldırımları taradı, işine döndü. Petro’nun gözleri damların arasından mavi gökyüzünü buldu. Ilık ve az bulutlu bir Paris sabahıydı. Bir yanda ümit, bir yanda ümitsizlik vardı.

Banyoya gitti. Aynadaki yüzünü inceledi. Mavi gözleri ışıltısını kaybetmiş gibiydi. Bıyıklarını düzeltti, saçını taradı, sakalını sıvazladı, dışarı çıkmaya karar verdi. Gömleğinin yakasını ilikledi, köstekli saatine baktı, çizmelerini giydi, paltosunu ve bastonunu aldı ve merdivenlere doğru yöneldi. Kendisine selam veren alt kattaki meraklı şişman adama başıyla hafif bir günaydın dedi ve inmeye devam etti. Ağır demir kapıyı itti, kaldırımın yeni kurumuş taşlarının yansımalarını fark etmeden geçemedi. Evdekilerden biri biraz önce sabah temizliği yapmıştı. İki bina ötedeki gazeteciden günlük gazetesini aldı, koltuğunun altına sıkıştırdı ve Seine kıyılarına doğru yöneldi. Güneş ara sıra yüzünü gösteriyordu. Aslında dışarıda olmak için iyi bir havaydı. Günlerdir ilk kez gülümsedi.

Bir banka ilişti, gazetesini açtı, uzakta koşuşan çocukların uğultusu ve sohbet ederek yanından geçen erkek ve kadınların tek tük yakaladığı kelimeleri zaman zaman kulağına çalınsa da kendi dünyasındaki kalabalık baskın geliyordu. Gazetedeki başlıkları hızla taradı. Onu ilgilendiren fazla bir şey yoktu. Biraz yürüyüp bir şeyler içmeye karar verdi. Sevdiği küçük bir kafeye geldi. Burası tahta sandalyeleri ve beyaz-yeşil ekose masa örtüleriyle sevimli bir kafeydi ve güler yüzlü garsonları bu değişik görünümlü adama başından beri pek de yabancı gibi davranmamışlardı. Kafe genellikle sakin olurdu ve bazı günler eline bir kitap alıp saatlerce oturur, okur, notlar alır ve Seine nehrini seyrederdi. Karşı kıyıları, buharlı gemileri, köprüden geçenleri, aşıkları… Sonra gün bitimine doğru küçük odasına doğru yola çıkardı. Ertesi günün farklı bir gün olması umuduyla.

Petro’nun düşünceleri birkaç yıl öncesine takılmış kalmıştı. Bolşevik isyanında Rusya’dan kaçarken arkasında Alyona’yı bırakmıştı. Alyona bebek bekliyordu. Fakat Petro ona inanmamış, bunun bir tuzak olduğunu düşünmüştü. Alyona gözyaşları içinde trenin peşinden koşarken bir an duyduğu pişmanlık, yerini kıskançlığa, korkuya, öfkeye, yüzlerce karışık duyguya bırakmış, Paris’e gittikten sonra da uzunca bir süre Alyona’dan haber alamamıştı. Alyona uzun sorgular geçirmiş, Petro’nun nerede olduğunu bilmediğine kimseyi inandıramamıştı. Bu sıkıntılar sonrasında ciddi kanamalarla yatağa düşmüş, bebeğini de kaybetmişti. Petro bunları daha sonra Petrograd’dan kaçan Rus subaylardan öğrenmiş, kahrolmuştu. Fakat geri dönerse ikisini de ölüm bekliyor olacaktı. Acımasız infaz haberleri geliyordu. Alyona’yı sonunda bırakmışlar, o da uzak bir köyde olan ailesinin yanına sığınmıştı. Petro’nun gitmesini anlıyordu. Fakat kendisi onunla birlikte ölmeye bile hazırdı. Belki de yaşadıkları koca bir yalandı. Başka kimseyle de olmadı. Belki bir gün… Belki bir gün tekrar bir araya gelirlerdi. Belki bu kâbus gibi günler biterdi… Aynadaki yüzüne bakarken bile Petro’yu görüyordu. Onun sesini duyuyor, kokusunu alıyordu.

Petro Paris’teki küçük odasında yazılarına gömülmüşken, bir yandan Rus muhaliflerle de bir ağ kurmuştu. Üniversitelerden biri onu akademisyen olarak davet ettiği zaman tereddütsüz kabul etti. Çarlık rejiminden kaçanlara gizlice destek veriyor, Rusya’da olup bitenlerden kopuk yaşamıyordu. Bu ilişki ağı içinde bir yolunu bulup Alyona’yı da Paris’e getirmeyi kafasına koymuştu. Düşünceler kafasında uçuşuyor, çözüm arıyordu. Fakat çok tehlikeliydi bu iş. Alyona mutlaka izleniyordu. Petro onu tekrar kaybetmek istemiyordu. Gözlerden uzak bir köyde olduğu için şimdilik rahatsız edilmiyordu. Görüştüğü çok fazla kimse de yoktu.

Geceler Alyona’nın ve kaybedilen bebeğin hayalleriyle geçiyordu. Çalışırken küçük odanın kapısı bir rüzgarla açılıyor, içeriye kucağında bebeğiyle Alyona giriyordu. Masasındaki kağıtlar uçuşuyor, mumun alevi titriyordu.  Alyona’nın ince yüzü, öpüşürken yüzüne dolanan sarı saçları, zarif beyaz elleri ve gülümsemesi… Sonra trenin arkasından koşarkenki çaresizliği, ağlamaktan kızarmış gözleri… Hiç unutamamıştı. Petro ne kadar acımasız olduğunu yeni yeni anlıyordu. Kararını verdi. Bir kız arkadaşıyla şifreli bir mektup gönderecekti. Mektubu köye götürecek kişi başkası olacaktı. Dikkat çekmeyecek biri. Gelmek Alyona’nın kendi kararı olmalıydı. Mektup ulaştığında Alyona’nın yüzünü görmek isterdi ama kimse bir şey bilmemeliydi. Üç kısa kelime. Aralarında gizli bir aşk şifresi. “Gri kedi nerede?” En azından yaşadığını, onu düşündüğünü bilecekti. Amansız bir bekleyiş başladı.

İki ay sonra Petro’ya bir mesaj geldi. “Gri kedi uyuyor” Petro sevinçten havalara sıçradı. Şimdi onu nasıl getirteceğini planlayacaktı. Alyona’ya sahte pasaport çıkacak ve kılık değiştirecekti. Bunun için güvendiği adamlara ulaşması gerekiyordu. En ince ayrıntıyı bile düşünmeliydi. Bu arada Rusya’da devrim sürüyor, halk hareketleri kontrolsüz bir şekilde ilerliyordu. Bu kargaşada bu işi yapmanın riskini de hesaplamak zorundaydı.

Alyona sessizce bavulunu hazırladı. Bir gece yarısı Paris’e giden trendeydi artık. Olanlara inanamıyor, ama büyük bir soğukkanlılıkla hareket ediyordu. Zaten kaybedecek bir şeyi kalmamıştı. Sınırlarda ve kontrollerde sorun çıkmaması için bildiği tüm duaları okuyordu. Ucunda unutamadığı aşkı vardı. Kalın pelerinine sıkı sıkı sarıldı. Trenin ritmini dinleyerek pencereden karanlıklara daldı. Ara sıra istasyonlarda duran trende kontroller olmuş ama kimse belgelerini sormamıştı. Gözlerini açık tutmakta zorlanıyordu. Günlerdir süren heyecan ve yorgunlukla uyuyakaldı. Kondüktörün tıkırtısıyla gözlerini açtığında tren Varşova’ya ulaşmıştı. Tepside çavdar ekmeği, lor peyniri, yumurta ve çay gelmişti. Boş midesine ve yorgunluğuna ilaç gibiydi gelenler. Vagonun penceresinden günün ilk ışıklarıyla aydınlanan şehirleri, ağaçları, rayları izlemeye koyuldu. Yolculuk uzun ve tehlikeliydi. Ama şimdilik bunu düşünmemeliydi. Kalbinin üzerinde sakladığı şifreli kâğıda baktı ve gülümsedi.

Tren Almanya sınırını geçmişti. Artık emniyetteydi Alyona. Başına ne gelirse gelsin bir çaresini bulacaktı. Bilmediği bir ülkede dilini konuşamadığı insanlarla anlaşmaya çalışacak, karnını doyurmaya çalışacak, belki birkaç dost edinecekti. Petro’yu nerede bulacağını bilmiyordu. Kendini birden çok zayıf, çok yıpranmış ve duygusal olarak çökmüş hissetti. Gözlerinde beliren yaşları sildi. Cebinden bir küçük kitap çıkardı, sayfaları çevirdi. “Bazen bir şeyleri yapmadığın için pişmanlık duyarsın.” Yapmıştı. En azından adım atmıştı.

Petro istasyona geldi. Kalın paltosuna ve atkısına sarınmış, kafasına bir bere geçirmişti. Bir duvara yaslanıp trenin perona girişini izledi. Alyona’yı bulması için Nina’yı istasyona getirmişti. Nina onu alıp doğruca kendi kaldığı yere götürecek, emniyette olduğunu anladıktan sonra ikisini buluşturacaktı.

Tren yavaşlayarak perona girdi, tekerleklerin ve düdüğün sesi durdu. Yolcular yorgun ama heyecanlı, birer birer vagonları boşaltıyor, aileleriyle, sevgilileriyle kucaklaşıyordu. Alyona bavulunu alıp perona çıktı. Bu karmaşa içinde çekingen gözlerle etrafına bakındı. Yakasında bir mavi broş taşıyordu. Kapüşonu ve kürk atkısıyla yüzünü az da olsa saklamıştı. Biraz ileride yakasına mavi bir çiçek takmış genç bir kadın bekliyordu. Şapkası yüzünü örtüyordu. Hızla Alyona’ya doğru ilerledi. Alyona anladı. Derhal kol kola girip bekleyen bir faytona yürüdüler. Alyona o anda uzaktan kendisine kilitlenmiş bir çift gözü fark etti. Bereler ve atkıların arasına saklanmış bir çift mavi göz. Alyona o yöne baktığında hemen ortadan kaybolmuştu. Nina hiç duraksamadan Alyona’yı faytona çekti, fayton hareket etti, nereye gittiklerini bile bilmiyordu. Fakat o bir anlık bakışma her şeye bedeldi.