– Göndermeecedin şu oğlanı yaban ellere, dedik mi sana vakti zamanında Mehmet Emmi?

– Dedin Ağam, dedin…

– E, dedik de n’oldu?

– Hiç sorma! Dinlemedik seni, halt ettik!

– Memlekette üniversite neyim kalmamış sanki!

– He ya!

– Gönderiveecedin aha şuraya İzmir’e, sık sık da gidip bakıveecedin, bilecekti ki çocuk ensesindesin.

– Doğru dersin ağam da biz pek bilemiyozsen gibi ensede bitiveemeyi, n’apçengari?

– N’apçengari, belli! Bugünden tezi yok sittiri çekeceen o deyyuza, olmeyo evlatlıktan reddedeceen. 

– O kadar diyon yani?

– Diyom elbet! Neler çektin kendin biliyon. Sat bana bağını dedimde, nasıl itiraz ettiydin. O benim biricik oğlumun geleceği, kredi çeker yine de satmam dediydin. Neymiş efendim, çok istiyormuş küççük beyimiz yurt dışlarında okumayı da, işi yerinde öğreneceemiş de! Ba-ba-ba-ba! Bi de sana şarap mı edeceydi, neydi bu? 

– He ağam yaa!

– Nah yaptı di mi? Aldın mı üçün birini?

– Aldım ağam aldım. 

– Kalk yürü efkâr bastııdın beni de bu sümsük kavede! İki tek atalım İbramın yerinde…

– Hiç olur mu ağam, estağfurullah!

– Kalk len kalk, bendensin. Nazlanma gari!

***

– Ooo, hoş geldin Ağam!

– Hoş bulduk İbram da masayı boş bulduk! Donat bakem burları.

– Ne demek Ağam, hemen, en hızlısından…

– Hayde bakalım tokuşturalım Mehmet emmi! Şerefine! 

– Ne şerefi be ağam, kahrına desen yeri!

– İmdiii, eğri oturup doğru konuşalım, kendin ettin kendin buldun, de mi? Evlat dediğin dizinin dibinde olcek, hiç ayırmeecen.

– Haklısın ağam, baksana bizimkine, ziraat müeendisi olcem dedi,çekip gitti. N’olup geldi? Ne işimizi görecekse?

– He ya, sen burlaada inilerken ona para yetiştirem diye, o unutup gidiveemiş bağınızı bahçenizi!

– Sorma ağam ya! Deşme şu derdimi!

– Deşmecen de n’olcek? Hadi gel gel, iyi gelir bu aslan sütünün dadı her biderde. Deva niyetine tokuşturrr!

– Madem öyle diyon…

– Hah, hah, ha! Haaa,bi de neydi o bakem? Ne yapaceedi senin oğlan sizin bağa-bahçeye? Aspel miydi losyon muydu, neyin nesiydi o?

– Deme ya, bi de o iş vardı di mi?. Şey dediydi ağam,  a-a-as, aspas, hah bildim, as-pe-las-yon, dediydi sanki.

– Heyt be! Ne afilli isimmiş öyle?

– Aynen ağam ya, şarabı yaptıydı da, karnesi kusur kaldı.

– Boş verrr! Takma kafana sen. Biz öldük mü? Arkandayız evel Allah! Hadi gel, sağlığına gidelim…

Derken, derken, bir güzel küfelik etti Şahin ağa, Mehmet emmiyi. Meyhanede kimseler kalmamıştı. Bir iki dürtükledi. Baktı ki tınlamıyor bile, adamlarına işaret etti: “Gelin, toplayın şu ahmağı, kimse görmeden atıverin kapısına. Gece don var. Kıçı da üzümcükleri de bi donuversinler de görelim o zaman! Gün geçmez bitiverir kapımda! Aman ağam ben ettim sen etme, diye. Bana bağ satmayacak adamın donunu sattırırım ben, donunu!” diye gürledi gecenin kör vakti, hınç dolu sesiyle. “Sobaları hazır ettiniz di mi len?” diye de seslendi artlarından. 

Mehmet emmi iki seksen uzanmış yatıyordu bağ evinin önünde. Ne dondan haberi vardı, ne de donacağından! Aslan sütü girmişti bir kere kana, dünya yansa umurunda mıydı? 

Alper saatine baktı, üçü gösteriyordu… Yatma vakti dedi, lakin aklı babasındaydı. Adamcağız feleğini şaşırmıştı, film yönetmeni oldum, deyiverince gündüz vakti. Sadece “Ne dedin, ne dedin?” diyebilmişti zar zor çıkan sesiyle. Ne kadar dil döktüyse de derdini anlatamamış, “Gitti evladım, gitti bağım-çubuğum, söndü ocağım!” diye sayıklamıştı bütün gün. Akşamüzeri de kapıyı vurduğu gibi çıkmış, çıkış o çıkış hala bir haber yoktu. 

Keşke dedi, annemi ablama göndermeyeydim. Teker teker söyler, babamı destek ederim diye düşünmüştü ama işler hiç de umduğu gibi gitmiyordu. Olsun dedi, bu benim filmim, oturacak kurgusu elbette bir yerden, dediyse de gözüne uyku girmedi. 

Balkona çıktı. Bağ yeşil deniz misali uzanmıştı altında. Yamaca vuran mehtap, yakamoz yapmışçasına doyumsuz güzelliğiyle parlıyordu engin denizler üzerindeki gibi.  Ahh dedi, ah üzümlere, hep sizin yüzünüzden! Az mı hayal kurdurdunuz bana yıldızlı gecelerde koruk altlarınızda. Oradan oraya sürüklediniz beni. Hele, o asma yapraklı yelkeniyle geçen sakallı, neşeli adam yok mu, Dionysos’muş meğer, az mı izledi beni, asma altlarında bi başıma oynarken. 

O günlerden belliymiş aslında gönlümüzde yatan da, kim anlayacak? Ancak bulduk kendimizi elin memleketinde derken içi titredi birden. Buz kesmişti adeta! Soğuk bir hava tabakası göklerden yere iniyordu sanki. Dionysos gelmesin sakın, dedi, gülümsedi. Sonbahar başıydı, geceler sıcaktı henüz. Daha bağ bozumu bile olmadan bu da neyin nesiydi? Gülümsemesi yüzünde dondu kaldı. “Yooo” diye bağırdı, “Yooo, olamaz!” Bir sağa koştu, bir sola, dönüp merdivenlere fırladı balkondan. Birer ikişer atlayarak iniyordu basamakları. Soluğu mevsimlik işçilerin çadırında aldı. 

“Kalkın çabuk, kalkın!” diyerek çılgın gibi içeri daldığında, herkes neye uğradığını şaşırmış, döşeklerinde doğrulmaya çalışıyordu. İçlerinden biri akıl edip, “N’oluyo ağam, nedir bu telaşın?” deyince yorgun, yarı açık, kanlı gözleriyle, “Don geliyor, don!” diye haykırdı. Bütün işçiler kurulu makine gibi fırladılar. 

“Çabuk lütfen, çabuk!” diye bağırıyordu avazı çıktığı kadar! “Boş gübre tenekelerini toplayıp getirin hemen. Yakacak da bulun.” Dönüp eve doğru koştu. Dolap kapaklarını açıp açıp kapatıyordu tek tek. Nihayet aradığını buldu. Annesinin özene bezene yıkayıp kaldırdığı bembeyaz çarşaflar önündeydi. Kucakladığı gibi odadan fırladı. Tam balkonun önünden geçiyordu ki ensesine bir şaplak yedi. Döndü baktı. Ne görsün? Dionysos’tu vuran. Balkon kenarına yayılmış, “Fırsat ayağına gelmiş, çekmeecen mi ilk filmini, gari?” diyordu. Alper şaşırdı, haklıydı. Çarşafları balkondan aşağı salladığı gibi bi koşu üç ayağını kapıp geldi, balkonun ortasına yerleştirdi, üzerine de kamerasını. “Action” dediğinde Dionysos bıyıklarını burmuş izliyordu. O kargaşada, hoppala dedi, binyılların efemine tanrısı efe mi kesildi başımıza gari, diye geçiverdi aklından, bastı kahkahayı. İyi gelmişti onca hengâmenin ortasında. 

İşçiler tenekeleri çalı çırpı, saman, ne buldularsa doldurup yaktılar. Allahtan bağları bayır aşağıydı da… Üzümler de onun için özel ve güzeldi ya! Ağanın göz koyması boşa değildi. Tutuşan tenekeleri bağ yollarının başlarına dizdirdi Alper. Daha sonra her bir tenekenin başına iki işçi dikerek ellerine birer çarşaf tutuşturdu. Dinleyin beni diye bağırırken, karşısına aldığı işçiyle tuttuğu çarşafı nasıl körük gibi kullanarak bütün bağa sıcak hava yayacaklarını, donu önleyeceklerini salisesinde anlattı. 

İşçiler denileni harfiyen yerine getirirlerken, yüzlerindeki şaşkınlık ifadesi görülmeye değerdi. Bir kısmı tenekelerdeki ateşi canlı tutmaya çalışıyor, diğerleri büyük bir eşgüdümle aşağı, yukarı sallayarak körük gibi şişirdikleri beyaz çarşaflarla sıcak havayı bağın tabanına yaymaya uğraşıyorlardı. Başardıkları an, bağbozumu yapılmamış, asmasında uyuyup duran üzümler donmaktan, onlar da don yemekten kurtulacaklardı.

Yükselen alevler, inip kalkan beyaz çarşaflar ve koşuşturan insanlarla sahne inanılmazdı. Bağ sanki plato olmuş, Alper de ilk filmini oynatıyordu beyaz çarşaf perdelerde. O da herkes gibi şaşkın, heyecanlı, telaşlıydı ama bir yandan da garip bir mutluluk duyuyordu.

“Haydi arkadaşlar, haydi, devam!” derken öyle kaptırmıştı ki kendini, bir an “kamera” diyesi geldi, zor tuttu dilini. Ellerini megafon yapmış, figüranlarına bağırıyordu adeta: “Harikasınız, iyi iş çıkarıyorsunuz!” diye.

O sırada bahçe kapısında yatan Mehmet Emmi, onca koşturmanın gürültüsü, ısınan havanın da etkisiyle, hayal meyal uyanır gibi oldu. Az biraz kendine geliyordu. Ayağa zorlukla kalkıp kapıya abandı ki abanmasıyla birlikte yüzü üstü yere kapaklandı. Dizlerinin üzerinde doğrulmaya çalışırken gözü bağa ilişti. Gördüğü manzara dehşetti. Bir anlam veremedi. Gözlerini kapatıp açtı, ovuşturdu, rüya mıydı, kâbus mu, anlamadı. Bu ne demeye kalmadı, devrilip gitti.

Ertesi sabah olan biteni öğrendiğinde ağzı bir karış açık kalmıştı. Oğlunun yaptığı kaydı izlerken kahvesinden koca bir yudum aldı höpürdeterek “Peki!” dedi, “Aklımın almadığı, madem mektebini bitirmedin, nerden bildin de ettin bunca işi sen, he, de bakim gari!”

“İnanmayacaksın ama derste işlediğimiz bir filmde görmüştük bu bağ sahnesini. Amerika’da geçiyordu. Onlar hazırlıklıydı tabii. Büyük beyaz kanatlar kullanıyorlardı. Sahne inanılmazdı, çok etkilenmiştim. Birden aklıma o geldi. Kanat uyduramadık emmeee, anacımın beyaz çarşafları imdada yetişti bubaaa!” derken, babası hem mahcup, hem de gururla seyrediyordu oğlunun sevimli yüzünü, gari!