Gece nöbeti değişimindeyim. Doktorların tüm çabasına rağmen kurtulamamış bir hasta daha… Müdahale odasının önünde yaşananları, uzun koridorun ortasında hemşirelere ayrılmış özel bölümden üzülerek izliyorum. Yakında emekli olacağım ama ölüm vakaları derinden etkiliyor hâlâ beni. Bu gibi durumlarda diğer meslektaşlarım kadar serinkanlı olamıyorum bir türlü. Hastanenin genelde en kalabalık polikliniği acil servis olmasına rağmen bu akşam bir nebze sakin olduğundan merhumun yakınlarının hıçkırıkları kulaklarımın dibinde gibi. Arkası dönük, hafif etine dolgun vücuduna diz altına kadar gelen siyah bir elbise giymiş olan kadının sağa sola savrulan kollarını uzun boylu gençten bir çocuk zorla zapt ediyor. Ona sarılarak sakinleştirmeğe çalışıyor. Duvar dibine çömelmiş, başı ellerinin arasında yüksek sesle ağlayan kızı ise iki hastane personeli kadın teselli ediyor. Kalp krizi sonucu ölen hastanın yaşını ve cinsiyetini nöbet devraldığım hemşireden öğrendiğimden kadının adamın karısı, gençlerinse evlatları olduğu kanısındayım ki, öyleymiş zaten. Bir süre sonra eşinin üstünden çıkan kılık kıyafet ve özel eşyaların olduğu poşet kucağında, koluna giren çocuklarının desteğiyle ağır ağır ayaklarını sürükleyerek koridorun başındaki kapıya doğru ilerleyen kadın “ah be adam! kalbinden vaz geçecek kadar neydi kendinle alıp veremediğin? O kadar da söyledim, içme dedim, dinletemedim. Şimdi sensiz ne yaparız biz, nasıl oluruz!?”diye mırıldanarak geçiyor önümden ağıt yapar bir avazla. Dikkatimin üzerlerinde olduğunu fark eden takım elbiseli gençle göz göze geliyoruz. Ensesinde atkuyruğu yaptığı saçlarından geniş bronz alnına düşen bir tutam sarı, kıvırcık bukleyi bir baş hareketiye arkaya ittiriyor. Tertemiz tıraşlı yüzünde ve ela gözlerinde donakalmış üzüntü içime işliyor. Boyu bosu, siması öylesine tanıdık ki! Allah sabır versin gibisinden bir şeyler söyleyip arkalarından bakmaktan alamıyorum kendimi. Kapıdan çıkacakları sırada kadının kucağındaki poşet yere düşüyor. İçindekiler etrafa dağılıyor. Ceket, pantolon, ayakkabı, kol saati… Onlar kapıdan çıktıktan sonra koridordaki demir sandalyenin altında fark edip bulduğum siyah deri kaplı cüzdan. Vermek için peşlerinden koşuyorum ama gitmişler. Nasılsa adres ve telefonları vardır diye hasta kayıt masasına doğru hızlı adımlarla yürüyorum ki, bu defa da benim elimden çıkıp fırlıyor cüzdan. Bir miktar kağıt parayla küçük, şeffaf bir poşet düşüyor içinden. Paraları aceleyle toplayıp cüzdana koyduktan sonra poşete doğru uzatıyorum elimi. Karşılıklı pencereler açık kalmış olmalı, koridorda oluşan cereyanla havalanıyor ince poşet. Hava dolu, şişkin poşet tavana kadar yükselip zemine bırakıyor içindekileri. Ağır bir yükten kurtulup da hafiflemiş gibi açık pencereden çıkıp karanlık gecenin içinde yitiveriyor.  

Ortasına mor çatılı bir evin acemice işlendiği küçücük bir ipek mendil… Beyazı yer yer sararsa da üstündeki iğne işi mor çatılı ev ilk günkü gibi capcanlı. Ve kenarları kıvrık, yüzeyinde derin çizgili kırıklar bulunan bir adet eski fotoğraf. Ters yüzünden duruyor karşımda. Mendili verdiğimde “bu mor çatılı ev bizim mi şimdi?”diye heyecanla sormuştu Harun. Ağzımdan çıkan “evet” sevinçten çılgına çevirmişti onu. Belimden kavrayıp ayaklarımı yerden kesmiş, mor elbisemin kloş eteği ikimizin de çevresinde rüzgâr gülü gibi pır pır uçarken, başımız sersemleyip düşene kadar kendi etrafımızda dönmüştük. Burgaz’ı sallayacak kahkahalarla, başımızdaki sarhoşluk devam ederken el ele tutuşup, yalpalaya yalpalaya vurmuştuk kendimizi ada sokaklarına.

Çocukluğumuzda oynadığımız bir oyun vardı. Harun, eski taş evlerimizin arasındaki dar, yokuşlu yola çıkar, uzunca bir ıslık çalardı; oyuna davet ıslığı. Sofra başında olsam dahi sıçrayıp kalkar, bisikletime atlayıp yola fırlardım. Dimitra, Dimitraaaa! Arkamdan bağırıp dururdu annem. Duymazdan gelirdim. Ada sokaklarında en güzel ev kimin olacak oyunu oynardık. Azar işitme pahasına olsa bile Harun’la uydurduğumuz bu oyundan bir kere olsun vazgeçmedim. Bahçesinde mor begonvillerin olduğu her ev benim olurdu zaten. Bir mor tutkum vardı daha o zamanlardan Harun’a da bulaştırdığım. Ev seçme hakkını onun elinden kapardım çoğunlukla. Öfkelenirdi bazen, kavga ederdik. Her seferinde pes eden o olurdu. “Ben de mimar olurum, seninkinin bin katı güzellikte ev yaparım kendime” derdi dişlerini sıkarak. Benimkisi, seninkisi derken bizimkisi deyiverdiğimiz bir evle karşılaştığımızda lise üçte okuyorduk. Dört yanı begonvillerle çevrili bir bahçe içindeydi evimiz. Çatısı ve panjurları mordu. Düşlerimizi süsleyen evimizin ilham kaynağı olmuştu o ev. On yedili yaşların o müthiş hayal gücünü de katarak “bize yapacağım evin duvarları da mor olsun mu, ne dersin?” diye sormuştu Harun. Aynı anda “mor şato” deyip sarılmıştık birbirimize. O sırada oradan geçen seyyar fotoğrafçıya seslenmiş, bakıvermiştik objektife.

Önce mendili, sonra da koridordaki cereyanla zeminde kıpırdayıp duran fotoğrafı eğilip alıyorum. Bir elimle duvara tutuna tutuna yanıbaşımdaki üstü deri minderli demir sandalyenin ucuna ilişiyorum emanet gibi. Önlüğümün altındaki terden sırılsıklam kıyafetlerim tenime dokunuyor, ürperiyorum. Başımda buz dağı eriyormuş gibi soğuk bir titretme geçiyor içimden. Damarlarımda sıcak kan yerine buzullardan çözülen azgın sular dolaşıyor sanki. Ellerimde, yüzümde giderek uyuşukluğa dönüşen bir karıncalanma. Arkaya yaslanıp toparlanmayı bekliyorum. Saniyeler mi, dakikalar mı geçiyor farkında değilim. Nihayet, ön yüzüne bakmaya cesaret edemediğim fotoğrafı ani bir hareketle çeviriyorum. Oradayız işte, mor çatılı evin önünde. Tek kanatlı bahçe kapısının çiçek yüklü, kavisli kemeri altında, iki toy liseli. Üstümüzdeki kısa kollu beyaz gömlekleri Harun gri kumaş pantolonla, bense diz üstünde ekose bir etekle tamamlamışım. Okul çantalarımız omzumuzda, çıplak kollarımız birbirine dolanmış. İpeksi mor yapraklar ikimizin de sarı saçlarını okşarken bedenlerimiz karşı karşıya, yüzümüz fotoğrafçıya dönük. Ada çocuklarına has kavruk tenli yüzümüzdeki içten gülümsemeyle nasıl mutlu bakmışız, gözlerimiz ışıl ışıl! Arka fonda gelecekte yuvamız olacak mor şatonun ilham kaynağı “bizim ev” tüm ihtişamıyla kale gibi. ¨Biz¨ olduktan sonra çektirdiğimiz ilk fotoğraftı bu ve Harun’da kalsın istemiştik ikimiz de. Dini kimliklerimiz, çocukluğumuzu birlikte yaşamamıza engel olmamıştı ya da biz öyle sanmıştık ama artık büyümüştük. Adımlarımızı dikkatli atmamız gerektiğinin farkındaydık.  Babam biraz huysuzca bir ortodokstu. Sağı solu belli olmazdı. İlişkimizde gizlilik ilk şart olsun dedik, en azından reşit olana kadar, ayaklarımızın üstünde durabilene dek. Benim babamdan beklerken karşı taraftan yemiştik hayatımızın golünü. Kuytuda köşede, gizlide saklıda derken mor çatılı evin sokağında, bir günbatımı vaktinde, masum bir öpücükle ele vermiştik kendimizi. Elimize yüzümüze bulaştırmıştık her şeyi. O saatlerde Faruk Amca’nın camiide olduğundan emindik oysa. İfşa oluşumuz şanssız bir rastlantı mı yoksa planlı bir takip sonucu muydu, konuşma fırsatımız bile olmamıştı. Belki de alın yazısı dedikleri şeyin ta kendisiydi. Bir yıl boyunca özene bezene gizliliğini koruduğumuza inandığımız “biz”, en savunmasız halimizle öfkeden çıldırmış babalarımızın karşısında yaprak gibi titremiştik. Olamayacağımız kesin ve kati bir dille yüzümüze çarpılmakla kalmamış, iki gün sonra Yunanistan’daki amcama gönderilmiştim. Gidiş o gidiş, gaddarca ve apar topar. Döndüğümdeyse her şey için çok geçti artık. O günden sonra bugün Harun’u ilk ve son görüşüm olacakmış. Kısmet böyleymiş!

Kendimi toparlayıp yerimden kalkıyorum. Fotoğrafımızı mendile sarıp önlüğümün cebine yerleştiriyorum incitmekten sakınarak. Bundan böyle bende yaşaması lazım hikâyemizin diye karar veriyorum oracıkta. Cüzdanlara saklanmadan hem de. “Bizi” saklayacağım kimsem de yok nasılsa, yapayalnızım. İçinde bir miktar para ve kartların olduğu deri cüzdanı kayıt masasındaki sekreter kıza teslim edip iki kat aşağıdaki morga iniyorum koşarak. Sıra sıra dizilmiş sedyelere yatırılmış birkaç cenazeden en uzun boylusunun başucuna geçiyorum. Titreyen ellerle beyaz çarşafı kaldırıp bizi ele veren öpücük kadar masum bir öpücük konduruyorum Harun’un buz kesmiş soğuk sol yanağına. Çarşafı kapatacağım sırada teşhis için başka bir cenazenin başucunda bekleyen iki kişiden kadın olanı “başınız sağolsun, neyiniz oluyor?” diye soruveriyor, ebedi uykularına yatmışları uyandırmaktan çekinir gibi kısık bir sesle. Yutağımdan kanatarak geçen dikenli yumruyu yutkunarak cevaplamaya çalışıyorum, sözcükler kayıp. O gece sabaha kadar kadının sorusu dolanıp duruyor kafamda. Sahi neyim oluyordu Harun?    “İlk aşkım, kara sevdam, mor tutkum. Başkasına ait bir şeyi çalmış da itiraf ediyormuş gibi kelimeler utangaç, sözcükler çekingen, ifadeler kördüğüm. Yanıtlayamıyorum kendi kendimi. Allak bullağım!”