Yusuf atalarının bolluk, bereket içinde mutlu, mesut yaşadığı büyülü topraklar masalıyla büyümüş. Babası doğduğu, çocukluğunu geçirdiği yerleri her gece düşünde görür, gördüğü her düşü çocuklarına, torunlarına gün boyu anlatırmış. Memleket hasretinden gece gördüğü düşleri gündüz de görmeye başlayınca, karar vermiş oralara dönmeye. Ama Yusuf’un eniştesi inatçıymış, ayak diremiş gitmeyiz diye. Ne deseler ikna edememişler. Ortadan yarılan nar gibi parça bölük olmuş aile, bir tarafta kocasıyla birlikte ablası dört torun, diğer tarafta anne, baba, iki ablasıyla Yusuf. Ayın batmadığı, güneşin doğmadığı bir saatte umutlarını yüklemişler denklere, kalanların da gidenlerin de gözleri yaşlı düşmüşler yollara.
Uçsuz bucaksız ovalar, ufka karışan ormanlar geçmişler. Toza toprağa karışmış bir halde, üçüncü gün geceye kavuştuğunda ulaşmışlar düşledikleri yere. Varmışlar varmasını da pek hayal ettikleri gibi değilmiş, ne meyveleri tükenmeyen ağaçlar ne bal akan ırmaklar varmış. Baba çekilmiş köşeye, suçlanmış, susmuş bir daha hiç konuşmamış. Elde avuçta olanlar erirken Yusuf güvenmiş bileğine bir demircinin yanına çırak olmuş. Beraber geldikleri iki abla ise yoksulluğa çare görmüş, evlenmişler peş peşe. Hayalindeki güllük gülistanlık memleketi bulamayan baba kahrından ölmüş kırkıncı gecede. Canının yarısını terk ettikleri topraklarda bırakan anne ise daha fazla dayanamamış hasretliğe, üzüntüye buraya nasıl geldiyse öyle gitmiş kocasının ardından ölüme. Yusuf bir gün büyük eniştede, bir gün küçük eniştede, sığamamış ikisinin de gözünde koskoca şehre. Demirci çıraklığından ustalığa geçince, rehber etmiş kendine bir göçmen kuşu düşmüş yollara gene.
Dere tepe düz gitmiş. Sayamadığı kadar dağ geçmiş. Yemyeşil vadide ağaçlık bir meraya ulaşmış. Vadinin sol tarafındaki dağı aşınca yamacına yayılmış evleri, evlerin ortasında tüm heybetiyle duran, kurnasından gürül gürül su akan mavi çinili çeşmeyi görmüş. Göçmen kuş çeşmenin hatılına konmuş, ikisi de kana kana su içmişler. Yusuf köye, hane sayısına bakmış, cebindeki birikmişi yoklamış, ölçmüş biçmiş, muhtarı sorup soruşturmuş. Ters bakışları görünce orada geçici kalacağını söylemiş.
Çalışkanmış Yusuf, gecesi gündüzde gündüzü gecesindeymiş. Ufak tefek tamiratlara başlamış. Geldiği haftayı tamamlamadan çeşme başında Elif’e rastlamış. Elif’in annesi onu doğururken ölmüş. Babası da amcasına emanet edip büyük şehre çalışmaya gitmiş, bir daha dönmemiş. Yusuf kendi sığıntı hallerini görmüş Elif’in üzerinde, rüzgâr hafifçe esse önüne katıp sürükleyecek, köksüz öylece duruyormuş. Terk edilmişliğin, öksüzlüğün acısı sinmiş gözleriyle bir bakmış, o günden sonra delikanlı göğsüne sığdıramaz olmuş yüreğini, hep sevdiğini arar olmuş. Elif merada koyun otlatırken geçmiş karşısına kimsesizliğine eş, yalnızlığına yâren olmasını istemiş. O da Yusuf’un demir döğen güçlü kollarına güvenmiş, onu kendine yâr bilmiş. Meğer Elif’i başka isteyenler de varmış, Yusuf’un kâfir olduğu söylentisi yayılmış birdenbire köye. Yusuf kendi dinine bile yakıştırılamadığına, geldiği memlekette de, burada da dinsiz sayılmasına şaşıra kalmış. Elif’in amcası tutturmuş yabana kız vermem diye.
Ay son dördüne döndüğünde göçmen kuş açmış kanatlarını süzülmüş gökyüzüne. Elif’in elinde bohçası, Yusuf’un heybesinde alet edevatı düşmüşler yollara. Kaçmışlar kaçabildikleri kadar uzağa. Keçi sürüleri, kerpiç evler, tarlalar, mor dağlar geçmişler. Güçleri kuvvetleri tükendiğinde o güne kadar gördüklerinin hepsinden daha büyük bir köye gelmişler. Göçmen kuş köyün girişindeki ulu çınarın dalına konmuş bir daha kıpırdamamış. İhtiyar meclisi toplanmış. Bu iki garibe acıyıp köylerinde yer vermişler.
Yusuf azimliymiş. Demirci dükkânı açmış. Ekin biçme makinesi, tarlayı sürmek için pulluk yapmış, daha akla hayale gelmeyen ne ustalıklar, ne hünerler göstermiş. Çevre köylerden sipariş vermeye sıraya girerlermiş. Kimsesizliğe inat çoğalmak istemiş Yusuf, tanrı kaç tane verirse o kadarını, daha fazlasını istemiş. Doğan çocuklardan üçü ölünce, yaşayan dört kızı, iki oğluna dört elle sarılmış.
Doğduğu, gezdiği topraklardaki görgüsünü köye taşımış. Çok katlı ev yaptığında, köylüler evin karşısında oturup uzun süre çökmesini beklemişler. Günler geçmiş, bakmışlar sapasağlam duruyor, kendileri de evlerine kat çıkmaya başlamışlar. Yusuf demir dükkânına malzeme için şehre gittiğinde kendisine bisiklet almış. Bu ne biçim binek diye seyre çıkmışlar. Elinden bırakınca yere yatıyor üzerine binince sanki kanatları varmış gibi uçuyor. Bu şeytan işi herhalde, bunun adı bisiklet değil şeytan papur demişler. Yusuf’u köylü garipsemiş, kendi topraklarının adamı olarak görmemiş. Şöhreti, varlığı arttıkça onu çekemeyenler de çoğalmış. Harman zamanı ödersiniz der veresiye işlerini yapar, ödeyemediklerinde ise borçlarını yok sayarmış. Üzüm bağından kaynattığı pekmezi, kovanlarından aldığı petekleri, bahçesinden çıkan sebzeyi, meyveyi tabaklara, sepetlere doldurup dağıtırmış. Ne yaptıysa köylü Yusuf’u bir türlü bağrına basmamış. Babalar kızlarını okula göndermezken Yusuf dördünü de okula göndermiş, okutmuş. Kızlar iki üç koyuna satılırken o para almak yerine sandık sandık çeyiz vererek evlendirmiş. Yusuf onlardan olamamış, onlar da Yusuf gibi olamamışlar.
Gel zaman git zaman Yusuf’un işleri bozulmaya başlamış. Çırak diye aldığı insanlar kalfa olmuşlar, çalışa çalışa usta olmuşlar. Köyün içine, etraf köylere demirci dükkânı açmışlar. Köylümüz, yerlimiz, bizim insanımız diyen onlara gitmeye başlamış. Günlerce aylarca müşteri gelmez olmuş. Yusuf yine göçmen kuşu havada kanat çırparken görmüş. İki oğlu istediği için bu sefer şehre düşmüş yolları. Arsa, tarla tokat ne varsa yok pahasına satıp taşınmışlar geniş avlusu olan bir eve. Elinde avucunda kalanla oğullarına dükkân açmış. Kızlar kocalarının görevleri nedeniyle her biri bir başka yere dağılmış. Elif başka çaresi olmadığı için geldiği, hiç sevemediği şehrin büyüklüğüne inat erimiş, küçülmüş küçülmüş toprağa karışıp yok olmuş.
Oğlanlar evlenince, Elif’in yokluğu yüreğini dağlayınca Yusuf’a dar gelmiş avludaki tek göz oda. Doğduğu toprakları, çocukluğunun geçtiği bahçeli iki katlı evi, yanı başında akan ırmağı özlemiş. Bir sabah güneş ışıkları eve ulaşmadan önce açmış kapıyı, göçmen kuş onu çatıda bekliyormuş, konmuş omzuna, yorgun bedenini yaşlı bacakları taşıyamayınca binmişler bir kara trene, geldiği yere dönmek için çıkmışlar yola. Doğduğu eve vardığında ablasını bulamamış. Yadırgamış, ne gökyüzü aynı ne ayaklarını ilk kez bastığı, yürümeyi öğrendiği topraklar, ne de ağaçlar aynıymış. Taş köprünün altındaki ırmak bile durmuş, akmıyormuş.
Yusuf kök salamadığı, kendisini oradan oraya savuran yeryüzüne küsmüş, kapatmış gözlerini. Göçmen kuş almış onu kanatlarının altına yükselmiş, bir puf bulutun üzerine bırakmış, hüzünden ağırlaşmış kanatlarını çırparak, gökyüzünün kararmaya başlayan mavisine karışmış.