20.09.2018

 

Kervan geri dönüyor. Peş peşe sıralanmış göç araçlarından en öndekinin üstü açık kasasında sırtımı mindere yaslayıp uzanmışım. Yıllar öncesinden terk etmek zorunda kaldığımız memlekete doğrudur yolculuk. Herkes arabadadır. Annem kırmızı güllü şalını ağzına yaşmak yapıp ailesinden yadigâr çeyiz sandığının üstüne çökmüş. Babam, iri, kara boncuklu tesbihini sağ elinde şaklatarak etrafı seyrediyor. Asker ağabeyimin ünvansız bir mermi tarafından paramparça olduğu haberi yalanmış. Ağabeyim de araçta; öpe koklaya sevdalısından aldığı mektubu okuyor tahminim. Ne annem kör olmuş kahrından, ne babamın beli bükülmüş yurt hasretinden. Annem ağıtlar yapıp boşuna dövünmüş yıllarca. Karabaş’ı bahçemizde bağlı bırakmamış meğerse, o da kara gözlerini yüzüme dikip annemin dizinin dibine yatmış. Ben hiç büyümemişim… Aracın kasasına kalın bir halatla tutturulmuş vitrinin aynasından kendimi inceliyorum. Dizlerim eski pantolonun yırtıklarından dışarı fırlamış ama lacivert, kırmızı kareli gömleğimin havası yerinde. Döş cebimden küçük dişli tarağı çıkarıp siyah düz saçlarımı kulaklarımın üstünü kapatacak şekilde tarıyorum. “N’olurdu kepçe kulaklı diye benimle alay etmeseydin, Zeynep. Zalim komşu kızı, hangi diyara savruldun bilemedim ama arkamdaki göç arabalarından birinin kasasında gurbetine son veren umut yolcularının arasında sen de var mısın acaba?” diye kendi kendimle konuşup iç geçiriyorum istemsiz. “Derdin dağlara oğlum, diyor babam. “Ne düşünüyorsun öyle kara kara. Her şey bitti yavrum, akraba kapılarında ordan ora helak olmaktan kurtulduk, daha neyi dert ediyorsun ki? Mahalle çocukları “kaçkın” diye seni dışlayamayacak, sığındığımız evlerde olduğu gibi gözün sofralarda kalmayacak daha. Ötesi var mı, hasretimiz bitiyor Azer” deyip güçlü kollarıyla sarmalıyor beni.

Arabamız yılan gibi kıvrılan dağ yollarında yokuş yukarı tırmandıkça memleketin serin havası esiyor yüzüme. Kırık dökük eşyalarımıza tutunarak ayağa kalkıyorum. Sağa sola yalpalana yalpalana ağzımı açıp başı karlı Murov’u çekiyorum ciğerlerime. Terter çayının şarıl şarıl akışı anne ninnisi gibi sesleniyor kulaklarımda. Başımı uzatıp bakıyorum, ırmak dupduru. Ne gözyaşı bulaşmış sularına ne de kan. Bıraktık diye dağlar darılmamış bize. Yolumuza en ufak kaya parçası bile yuvarlamamış. Ormanın derinliklerine daldıkça durum değişiyor. Cırcır böcekleri ve kuş cıvıltılarına emanet bıraktığımız orman gönül koymuş bize, sessiz ve ıssız. Ara ara rüzgâr ahududu ve dağ çileği kokusunu burnumuza taşısa da orman ağustosu değil de aralığı yaşıyor gibi suskun. Güneş, dağların arkasına saklanıp görünmez olunca içim bir tuhaf oluyor. Akşam giderek koyu siyaha dönüşen geceliğiyle altına alıyor ormanı. Ağaçlar korkunç birer nesneye dönüşüp üstüme geliyor. Karanlık herkesi yutuveriyor. Annem, babam, ağabeyim hiç var olmamışlar gibi kayboluyorlar karanlığın içinde. Karabaş, korkunç karanlığı kovalıyormuş gibi iki üç kere havlıyor tok bir sesle. Sesi dağlara çarpıp yankılandıktan sonra bir daha da duyulmaz oluyor, ne yazık. Dönüp arkaya bakıyorum. Başı bozulmuş kervandan geride tek bir göç arabası görünmediği bir yana dursun, en ufak izleri bile yok. Sağa sola çarpa çarpa ellerimi öne uzatmış, ailemden birilerine dokunacağım ümidiyle deli gibi devinip duruyorum. Arada bir Karabaş da havlamazsa çıldıracağım korkudan. Giderek hızlanan arabanın kasasında rüzgâra kapılıp uçmamak için şoför kabininin demir çıkıntısına yapışıyorum.  Tek elimle kabini yumrukluyorum, ama ne sesimi duyan var ne de beni gören. Yolun bittiğini ve göç arabasının hava boşluğuna düştüğünü fark ettiğimde olan sesimle bağırıp gözlerimi açıyorum. Aracın kabini diye başucumdaki komodini yumruklamış olacağım ki küçük gece lambası yatağımın önünde tuzla buz olmuş. Köpeğim fino karşımda durup havlıyor, karabaşa hiç mi hiç benzemiyor. Burnumun ucundaki sızıyla kalkıp yatağın içinde oturuyorum. Karşımdaki gardırobun aynasındaki Azer’e bakıyorum ve kendime acıyorum. Büyümüşüm… Çocukluğum, annem, babam, abim ve Karabaş çok çok uzaklarda –Karabağlar’da- kalmış. Düzlerinde sazlıktan at yapıp koşturduğum kara bağrına dağlar çekilmiş gözü yaşlı Karabağ’da. Bitmeyen bir savaşın ortasında ölüp ölüp dirilen yurdumun tarihini anlatmak üzere okula gitmeden önce rüyamın etkisinden kurtulmaya çalışıyorum. Buz gibi soğuk duş bile beni kendime döndüremiyor. Gurbetimin devam ettiği bir günü daha yaşamak için evden çıkıyorum.