Avluya toplanmaya başlamıştı herkes. Herkes dedimse öyle ciddi bir kalabalık filan değil, hepi topu elli kişi ya varız ya yokuz. Arkadaşlarının çoğu zaten ölmüştü, gerçi arkadaş dediği kimi vardı ki? Hayatı boyunca iş ve spor çevresi dışında kiminle bir şeyler paylaşmışlığı vardı? Haftanın beş günü evden işe, işten eve, hafta sonları da görevli olarak katıldığı spor karşılaşmalarına giderdi babam. Banka müdürüydü. Hatırı sayılır, saygın biriydi. Mesleğinde çok başarılı, prensip sahibi, hatta bazılarına göre fazla dürüsttü. Böyle insanların mı arkadaşı olmuyor, yoksa babam mı biriyle arkadaş olmayı bilmiyor tartışılır, ama bence o bilmiyordu. Mesela ben kimseye iş dışında telefon açıp “Nasılsın?” dediğini duymadım. Aile içindeki görüşmelerde de bu duyarsız tavrı hep aynıydı. Amcamlar, teyzemler, anneannemler filan bir araya gelindiğinde -ki bu uzun aralıklarla olurdu, hani şu bayramdan bayrama dedikleri sıklıkta- o zamanlarda dahi kendi kanından olanlarla bile fazla ilgilenmezdi. Kurulan sofraya oturur, iki şekerli çayını içer, sohbetlere pek katılmazdı. Ülke ekonomisi konuşulursa mutlaka sazı eline alır, kimseye laf söyletmezdi ama havadan sudan konuşmalarda sesini hiç duymazdık. Toplanıp kâğıt oynardı bizimkiler, annem herkese gün tabağı gibi bir şey hazırlar, arada çayları tazelerdi. Bazen annem de katılırdı oyuna, o zaman da yengem servis işini devralırdı. Oyun masasında da sadece, “Hiç kâğıt gelmiyor”, “Son maça sende miydi?” gibi sohbetlerden öteye geçilmezdi.

Soğuk, ruhsuz ve çok sıkıcıydı bizim ev. Hele de hafta içleri. Aynı saatte kalkan, her sabah aynı şeyleri yiyen, aynı saatte işten eve dönen ve yatana kadar sürekli hep aynı şeyleri yapan bir anne babanın çocuğuydum ben. Mesela pilav şehriyeli pişmedi hiç bizim evde, sabah kaymağın yanında hep vişne reçeli oldu. Gömlek kolları ütü izsiz asılmadı dolaba, mercimek çorbası hep nane ve limonla servis edildi, hiç sirke denenmedi. Bir de “Ajans saati” sofraya oturulunca hiç konuşulmadı. Evin reisi öyle buyurmuştu çünkü ve buna kimse itiraz edemiyordu. Oysa aile, sofranın etrafında günlerinin nasıl geçtiğini paylaşan insanlar değil midir? Neşeli ya da can sıkıcı olayların anlatıldığı, bazen masaya yatırıldığı, kâh kıkır kıkır gülünen kâh suskunlaşılan yer değil miydi akşam yemeği sofrası? Bizim evde hep bir suskunluk hakimdi, sofrada bile. Sabah evden erken çıkma telaşının suskunluğu, akşam eve gelince yorgunluk kokan suskunluk, sofrada haber dinlemenin ciddi suskunluğu, gece de ayrı odalarda yaşanan suskunluk.

Ben erkenden odama çekilirdim, üstün körü sofra toplamaya yardım eder, bir an önce kendimi odama, sessizliğin gerginlik yaratmadığı sadece huzur verdiği yere atardım. 80’lerden bahsediyoruz, öyle internet, sosyal medya filan da yok. Walkman’i takardım kulağıma, bir de kitap alırdım elime- genelde bu bir Stephan King romanı olurdu- hem korkar hem okurdum uykum gelene kadar. Kimi geceler de alt kat komşuma can dostum Burcu’ya inerdim, onların evinde herkes salonda olurdu, kimse odasına çekilmezdi. Onlar sofrada konuşurlardı, güle oynaya zaman geçerdi. Evde yemek yemedim der arada ben de otururdum sofralarına, onlarla bir posta daha yerdim, bu sefer gülerek. Gülerken yediğinde barbunya daha mı lezzetli oluyor ne? Mine Teyze arpa şehriyeli pilav yapardı arada, ben bayılırdım. Erbil Amca (ışıklar içinde uyusun) pek sevmezmiş ama “Burcu sever, ben de arada mutlaka yaparım” derdi Mine Teyze. Demek sadece evin babasının sevdiği yemekler yapılmadan da mutlu aile olunabiliyordu. Biz olamadık ama, biz hiçbir zaman mutlu bir aile olamadık. ‘Birbirimizi severdik ama gösteremezdik’ yazmaya bile elim varmıyor. Sevgiyi nasıl gösteremez insan. İçinden taşmaz mı evladın sevgisi, eşe duyulan aşk. Onun yüzünü güldürecek şeyler yapmak istersin, onu sevdiğini farklı kelimelerle dile getirirsin, sürprizler yaparsın, o konuşurken gözünün içine bakarsın. Ona bakarken gözlerinin içi sen istemesen de gülmez mi? Ben böyle bakışları görmedim ne annem ne babam bana gözlerinin içiyle gülmedi. Onlar birbirlerine de hiç aşkla bakmadılar ki. Biz evin içinde görev dağılımları oyunun başında yapılmış karakterler gibiydik. Görev çubuklarımızda yazanları yapıyor başka bir etkileşime geçmiyorduk.  Böylece kimse kimsenin yoluna çıkmıyor, dolayısıyla da herhangi bir kaos yaşanmıyordu. Sessiz, sakin, kavgasız ama mutsuz ve soğuk bir evdi bizimki.

Benim ilkokul müsameresindeki hatıramda ne annem ne babam var mesela. Amcam beni götürmüştü, komik pullu bir şapka vardı kafamda, hem de pembe – ben pembeden nefret ederim- bale yapmıştım, çıkışta da Moda’ya dondurma yemeğe götürmüştü. Sonra dayım var hatıralarımda, hayal meyal de olsa Bakırköy sahili geliyor gözümün önüne, açık havadaki çay bahçeleri.  Yengemin ojelerini döktüğüm için bana kızması bile hatıramda var, teyzemle minibüs maceram… ama ha deyince ne annemle ne de babamla bir anı canlanıyor. Düşününce belki ama şöyle doya doya bıkmadan kahkaha atarak anlatılan anılardan yok hiç. Mesela babamın benim gösterilerime gelmesi, beni alkışlaması, voleybol maçlarıma gelip izlemesi… bunlar hiç olmadı. En yakın arkadaşım kim, ben arpa şehriyeli pilavı sever miyim, hayalimdeki meslek ne, sevgilim var mı… bunları hiç bilmedi, bilmek de istemedi. Hatırı sayılır bir kolejde eğitim aldım ama en sevdiğim hocam kimdi, neden fizikten nefret ettim ya da o sene kimyadan neden on üzerinden bir aldım hiç bilmedi. On altıncı yaş günümde bana pembe bir far takımı almıştı- ben pembeden nefret ederim-. Far takımından iki sene sonra annemle boşandılar, klasik sebepten. Sonra babam yeniden evlendi, nikahına bile gittim, pembe organze bir takım giyerek hem de. Nedeni burada yazamayacağım kadar anlamsız bir dört koca yıl kadar hiç konuşmadık babamla ve ben o arada evlendim. Sekiz sene sonra ben de boşandım ve yeniden üniversiteye başladım, üstüne yüksek lisans yaptım ama yine benim yanımda bana destek olanlar arasında babam yoktu. Neden boşandığımı, kızımla nasıl bir gelecek çizdiğimizi, ikinci üniversiteyi okurken ve o dönemlerde yaşadıklarımı hiç bilmedi. O ilgilenmedi, ben de söylemedim. Bizim ilişkimiz de “Ajans saati” gibiydi, sessiz kalınması gereken bir zaman dilimi. Görüştüğümüzde görev çubuklarımızda yazanları yapıyor, ötesine hiç geçmiyorduk. Altı yıl kadar önce bize yine küsme görevi yazılmıştı, bu da zaten son görevimiz oldu ikimizin paylaştığı. Yıllarca tek kelime etmedik, sonra ben uçuk pembe fularımı takıp caminin avlusuna geldim işte, tek başıma. Avluda beni görenler şaşkınlıklarını gizleyemiyorlardı.

“Aaa, kızı değil mi o? Ah yavrum bak her şeye rağmen gelmiş cenazeye. Baba tabi, insanın görünmeyen sızısıdır baba, neler yaşandı, o yine de geldi. Helal olsun.”

Dışarıdan hiçbir şey bilmeden ne de rahat yorum yapıyor insanlar. Oysa sızı filan değildi içimdeki. Sessizce tabutun başına gittim, eğildim baş tarafına:

“Bana yaşatmadıkların için sana kızgın değilim, yaşananlar için de hiç pişmanlığım yok, zaten ben uzun yıllardır eve vişne reçeli almıyorum, pilav desen hep arpa şehriyeli yiyoruz.”