“Haydi, Mersin yolcusu kalmasın!” diye bağırdı muavin.

Ailecek bindiler otobüse. Tam sekiz kişiydiler, Hasan, altı kardeşin en küçüğüydü. Otobüsün arka koltuklarına yerleştiler. Annesi ile beraber oturuyordu Hasan. Cam kenarından izlemeye başladı gecenin ışıklarını. Otobüs şoförünün kısık sesle dinlediği türkü geride bıraktıkları köyün yollarına kadar uzayıp gidiyordu.

Göç göç oldi, göçler yola dizildi. Uyku geldi ela gözler süzüldi.

Üç gün oldu elim yardan üzüldi. Ağam nerden aşar yolu yaylanın oy oyyy…

Annesi, bir yandan dua ediyor, bir yandan da çocuklarını gözetliyordu. Hayırlı olur, inşallah iyi olur diye dua ediyordu içinden.

Hasan geçen arabaların farlarını izlerken, annesiyle babasının konuşmalarını dinlediği geceyi hatırladı. Herkes yatmış o seslere uyanmıştı.

“Yeter artık çektiğimiz rezillik, kışın bu çocuklar taş mı yiyecek?”

“Davar para etmedi, parasız pulsuz şehirde ne yaparız?

“Ben de çalışırım gidenler hep çalışıyor, ayıp mı? Köyde kimse kalmadı.”

“Şu para elimize geçsin, birkaç güne hazırlıklara başlarız.”

Daha sonraki günlerde evde hep bu konu konuşulmuştu.

“Mersin’e göçeceğiz. Artık buralarda geçinemiyoruz. Hepimiz çalışırız. Hem çocuklar okul yüzü görsün,” sözlerini sık sık duyar olmuşlardı.

Nihayet beklenen gün gelmiş, babaları haberi vermişti.

“Haftaya gidiyoruz. Biletleri aldım.”

Hazırlıklar tamamlandı. Hasan ve ailesi yeni bir hayata göç ediyorlardı. Heyecan, umut ve köyden ayrılmanın hüznü ile yola çıktılar. Hasan da heyecanlıydı, Mersin nasıl bir yerdi bilmiyordu. Otobüs durduğunda, korna sesleri ve bir sürü otobüsün olduğu kalabalık bir yerde buldu kendini.

Mersin’de onları dayıları Hüsam karşıladı. Kendi oturdukları apartmanın üst katında kiralık bir eve götürdü.

“Şimdilik burası yeni eviniz, bir ihtiyacınız olursa yengeniz aşağıda, diyerek gitti.

Annesi ve kardeşleri eşyaları yerleştirirken Hasan pencereden dışarıyı seyrediyordu. Yüksek binalar, kocaman duvarlar ve küçük pencerelerden başka bir şey görünmüyordu.

Köyü düşündü. Evlerinin yakınındaki tepede Murat ve Zeyno ile oynadıkları oyunları. Bütün köy ayaklarının altındaydı. Evleri, bahçeleri, köyün içindeki dereyi izlerlerdi. Karşılarında kıvrıla kıvrıla gelen yoldaki arabaları ve elektrik direklerini sayarlardı.

Akşama doğru iyi kötü yerleştiler, Annesi köyden getirdiği yiyeceklerle akşam yemeği hazırlarken babaları   geldi.

“Yarın sizi okula götüreceğim,” dedi.

Hasan’ın iri siyah gözleri parladı. Acaba nasıl bir yerdi okul? Ablası ve iki abisi ortaokula, Hasan ilkokula gidecekti.

Köydeki okul her zaman açık olmazdı. Hasan üçüncü sınıfa gidiyordu. Ama köydeki otuz sekiz çocuk aynı sınıfta ders yapardı. Hasan ve beş arkadaşına “siz üçüncü sınıfsınız” derdi öğretmen. Tahtaya toplama çıkarma yazar “bunları defterinize yazın” der, diğer çocukların sırasına giderdi.

Ertesi gün kocaman bir binanın önünde durdular, Etrafı duvarlar ve tellerle çevrili, beton bir bahçe içinde hiç görmediği kadar çok çocuk vardı. Koşanlar, bağıranlar, futbol oynayanlar başını döndürmüştü. Kalabalığın içinden geçerek giriş kattaki müdür yardımcısı odasına girdiler. Siyah takım elbiseli müdür yardımcısı bazı evraklar doldurdu, yazılar yazdı,

“Seni ÜÇ C’ ye veriyoruz,” dedi.

Babasına dönüp,

“Siz gidebilirsiniz,” diye ekledi.

Babası gittikten sonra uzun koridoru geçerek birinci kattaki sağdan üçüncü sınıfın kapına geldiler. Müdür yardımcısı kapıyı çalarak,

“Özlem hocam bir dakika bakar mısın?” diye seslendi.

Öğrencilerin meraklı bakışları kapıya yönelmişti. Sarı dalgalı saçlı, ince uzun, güler yüzlü öğretmen yanlarına gelip karşıladı onları.

“Hasan yeni kayıt, size yazdık, hayırlı olsun hocam,” dedi müdür yardımcısı.

Sonra da Hasan’a, “Sakın yaramazlık yapma yoksa seni geldiğin yere gönderirim,” deyip arkasını döndü ve sınıftan çıktı.

Geldiğim yer diye düşündü Hasan… Muhtarın oğlu elindeki zili çalarak bütün köyü gezer, “haydi öğretmen geldi herkes okula!” diye bağırırdı. Telaşla okula hazırlanırlarken” inşallah bu sefer öğretmen çabuk gitmez” diye okula koşarlardı.

“Merhaba ben Özlem öğretmen.”

“Adın ne senin?”

“Hasan, “diyerek kafasını kaldırdı.

“Aramıza hoş geldin, gel seni arkadaşlarınla tanıştırayım.”

Okula ve Mersin’e çabuk alıştı Hasan. Dayısının çocuklarıyla aynı okuldaydı. Beraber gidip geliyorlardı. Hafta sonları dayısının oğluyla mendil satmaya sahile gidiyordu. Birkaç mendil sattıktan sonra bankların birine oturup denizi seyrederdi.

Mersin’de, koskoca şehirde, en çok denizi sevmişti Hasan, bir de Özlem Öğretmeni. Özlem öğretmen aralamıştı yüreğinin kapısını. Eliyle başını okşayınca sahildeki ılık nemli rüzgarlar gelirdi aklına. Denizin dalgalarını Özlem öğretmenin sarı, dalgalı saçlarına benzetirdi.

“Hasancığım beklediğimden çok ilerliyorsun, biraz daha gayret” dediğinde yumuşacık bir sevinç dolardı içine.

Teneffüslerde öğretmenin elini tutmak için çocuklar itişir kakışır, Hasan uzaktan onları seyrederdi.

Yağmurlu ve rüzgârlıydı o hafta sonu. Hasan ve dayısının oğlu iki yüz metre aralıklı ışıklarda mendil satıyorlardı. Hasan mendil satmaya iyice alışmıştı, kapüşonu kafasına çekmiş, omuzlarını yukarı kaldırmış, titreyerek arabaların arasında dolaşıyordu. Kırmızı ışık yanar yanmaz yola fırlıyor, mendilleri arabaların camlarına uzatıyor, kaç para verirlerse alıyordu.

Özlem öğretmen ve okul geldi aklına, Bende öğretmen olsam, diye düşündü kendi kendine. Kim bilir belki öğretmen olunca bizim okulda öğretmenlik yaparım. Çocuklar uzaktan beni gösterip, “Hasan Öğretmen var ya, bu okulda okumuş” derler, diye düşlere daldı.

Uzun uzun çalan korna sesini duyduğunda artık çok geçti. Eli yüzü cam kırıkları içinde kaldı. Kâğıt mendiller yola savruldu. Alnından ılık bir şeylerin aktığını hissetti. Bağrışmalar, korna sesleri, çığlıklar birbirine karıştı. Gözlerini araladığında   köydeki tepede   korkunç bir gök gürültüsünün ortasında hisseti kendini Köyü sis basmıştı, sanki hava kararıyordu…