Doğum sancıları başlayan karısını kolundan tutarak kiliseden bozma üç odalı
köy sağlık ocağının dar koridorundan içeri soktu. Yansıması kalın alt dudağında
parıldayan altın dişlerini sıkarak “bu son şansın Gülistan” dedi sinirle. “Bir kez
daha hevesimi kursağımda bırakacak olursan, bakmam gözünün yaşına vallahi,
elinden tuttuğum gibi getiririm kumayı. Dosta düşmana fazla da madara
etmeden doğur şu Bayram’ı da soyumuz yürüsün” diye fısıldadı ardından.
Kadın, kırmızı güllü çatkısının çevrelediği esmer, zayıf yüzünü buruşturarak
burnundan soludu hızlı hızlı. Eteği geyik desenli, uzun yeşil yeleğinin açık
yakasından öne fırlamış iri göbeğini kucaklayarak koridorun sonundaki odaya
doğru ağır ağır yürürken “boynun altında kalsın e’mi senin, buğday ektin de
eşek kangalı mı yeşerttim ben” diye mırıldandı kırgın bir tavırla.
Doktorsuz, hemşiresiz sağlık ocağının her derde “deva” tek ve yaşlı ebesi,
kapıda görünüp Gülistan’ı odaya aldıktan, yerden bir karış yüksekliğindeki üstü
kirli muşamba minderli sedire yatırıp karnını elledikten, bakışlarını kısarak
bacak arasına göz attıktan sonra dışarı çıkıp İdris’e seslendi. Ebenin cırtlak tiz
sesi çamaşır suyu kokulu koridorun çivit badanalı duvarlarında yankılandı car
car. “İşi uzun bunun” dedi. “Evine git bari ayakta dikileceğine, ara ara gelir
haber alırsın olmadı.”
İdris, gri şalvarının altındaki tozlu çizmelerini sürükleye sürükleye dışarı çıktı.
Ebe kadın için konuşması kolaydı tabii. Sekiz kızdan ve onca uzun hasretlikten
sonra nihayetinde yola çıkmış oğlunu evde bekleyecek sabrı yoktu haliyle.
Birkaç adım atıp böğürtlen çalılarının çevrelediği sağlık ocağının küçük
bahçesine geldi. Toprağa düşen son cemrenin hararetiyle yerden fışkırmış yeşil
otların üstüne oturarak sırtını, beyaz çiçeklerini dibine elemekte olan erik
ağacının kalın olmayan gövdesine dayadı. Sekiz köşeli siyah kasketinin
siperliğini kıllı ensesine devirip etrafına bakındı. Çiçekten çiçeğe uçan arıların
vızıltısı, kelebeklerin kıpırtısı, bağrı sarı bülbüllerin ve serçelerin cikcikleri
birbirine karışmıştı bahçede. Çalı diplerindeki boynu bükük mor menekşelerin
kokusu ılık ılık esip kara sakallarının arasında dolaşırken gerilmiş sinirlerini
gevşetti az da olsa. Göğüs dolusu bir nefes çekip gözlerini sağlık ocağının
beyaz boyası yer yer kopmuş tahta kapısına sabitleyerek dalıp gitti. Hayal bu,
İdris’i sırtladığı gibi nerelere uçurmadı ki…
“Bayram doğmuştu. Göz aydınlığına gelenlerle dolmuştu evinin büyük avlusu.
İdris, “Tosun’a tosun” niyetiyle aylar öncesinden besiye bağladığı gök boğayı
kesip kanlı parmağını bebeğin küçük alnına bastıktan sonra etini parçalayıp
yemekler yaptırmıştı kazanlar dolusu. “Erkek adamın erkek oğlu olur” diye
şimdiye dek kendisine laf sokanlara gösteriş babında oğlunun şerefine öyle bir
sofra donatmıştı ki, yıllarca onu konuşacaklardı aç köylüler. İsfahan pirinciyle
yapılmış sini sini safranlı pilavlar, et kavurmalar, çörekler, börekler, baklavalar,
şekerburalar bu insanların yılda bir kere, bayramdan bayrama gördükleri
şeylerdi ki, o da böyle bol keseden değildi tabii.”
Hayal bu, uçarı kanatlarından yakalayıp aşağılara indirmeler ne mümkün?
Umutlu bekleyiş içinde hayalden hayale at koşturup duruyordu İdris. Vakit su
gibi akıp geçmişti.
“Bayram büyümüştü. Dört beş yaşlarında olmasına rağmen daha iri
gösteriyordu akranlarına göre. Kara kıvırcık saçlı, toparlak yüzlü, gürbüz bir
çocuktu ki, babası koyacak yer bulamıyordu oğlunu. Şimdi de oğlunun elinden
tutup köy kahvesine doğru yürüyordu gövde gösterisi yaparak. “İnşallah Rüştü
kalleşi kahvede olur da ortasından çatlar oğlumu görünce” diye içinden geçirdi
bıyık altından gülerek.”
Koskoca aşiret ağasıydı İdris. Köyde, Rüştü gibi bir sürü düşmanı vardı ayağını
kaydırmaya çalışan. Eli, gayri ihtiyari alnını sıvazladı. Geçen yaz tarla sulama
kavgasında kürekle alnını yaralayan Kamberler aşiretinden Rüştü’ye bir kez
daha kin duydu hiddetle. Rüştü, dört oğluna sırtını dayayarak, İdris’i adamakıllı
dövmek bir yana dursun, dalga geçmişti erkekliğiyle köyün orta yerinde.
Karısına, erkek doğurtamayan adam, “çeyrek”ten sayılıyordu bu köyde. “Leşin
yerde kalmaz korkma, benim oğlanlar, senin kızların hatırına uçururlar
tabutunu” diye kendisiyle alay eden Rüştü’ye verecek cevabı bulamazken deliye
dönmüş bir halde evine gelerek önce karısını dövmüş, ardından kadının
yalvarışları üzerine son kez onunla sevişmiş “kredin bitti artık haberin olsun”
diyerek kapıyı çarpıp çıkmıştı İdris.
Birkaç ay sonra karısının büyümeğe başlayan karnıyla beraber umutlar yeniden
boy göstermişti içinde. Sekiz gebeliğinin hepsinde ekşilere aşeren Gülistan, bu
defa lokumları, baklavaları yiyip yutunca “ye tatlıyı, doğur atlıyı” diye
şekerlemelere boğmuş karısını İdris. Onunla da kalmamış, gebeliğinin ilk
günlerinde “makas bıçak” testine de sokmuş Gülistan’ı. Korka korka
kaynanasının odasında kendini bekleyen sınava giren kadın, dokuzuncu kez
başarmış nihayetinde. Duvar dibine yayılmış kırmızı kılıflı iki minderden birini
seçmesi gereken Gülistan, içinden dualar ederek altında bıçak olanına çökmüş
diz üstü. Bebeğin erkek doğacağına dair bu inanışlar, gebenin karnının şekline
göre de kesinleşmiş ayrıca. Yılların tecrübeli köy ebesi “karının göbeği hantal
ve yayvan değil, sivri ve yuvarlak büyümektedir bu defa. Tutturdunuz en
sonunda, hayrını görün” diyerek koymuştu kesin teşhisini.
Hayal bu, bir ara o kadar uzak bir geleceğe götürdü ki İdris’i…
“Bayram, delikanlı olmuştu artık. Uzun boylu, kalın bilekli, geniş omuzlu,
karayanız bir gençti ki, kendini beğendirmek için köy güzelleri sıraya geçiyordu
karşısında. Bayram da onca güzelin içinden Rüştü’nün kızına sevdalanmıştı aksi
gibi. Kızı, babasından istemek İdris’in aklından bile geçmedi. Oğlunu tehlikeye
atmamak için ondan habersiz silahlanıp Rüştü’nün kapısına dayandı gecenin
birinde. “O İdris’in Bayram’a kancığımın yavrusunu bilem vermem” diyen
Rüştü’nün ve oğlanlarının, her gece bu saatlerde komşu kasabadaki randevu
evinde âlemlere aktıklarını ve esrik kafalarının bir gün sonra anca kendine
geldiğini bildiğinden, tereyağından kıl çeker gibi kızı, kolaylıkla çekip
alacağından adı kadar emindi. Her şey kızın planladığı gibi olacaktı zaten. O,
sadece bir kuytuya çekilip yatmasını bekleyecekti kızın anasının. İdris, tahta
kapının sürgüsünü söküp avluya girdi. İlk önce bir kâğıda sardığı ilaçlı köfteyi,
avlu duvarına bitişik yaban incir ağacının gövdesine bağlı ve kalın, çatallaşmış
sesiyle havlayan kara kancığa doğru fırlatıp attı. Köfteyi havada kapıp midesine
indiren köpek, bir daha uyanmamak üzere beklediğinden de çabuk bir vakitte
derin uykusuna daldı. Köpek ne ki, oğlunun gönlü olsun diye Rüştü’nün soyunu
yeryüzünden kazıyacak kadar karartmıştı gözünü. Bu işe bu kadar istekle
girişmesinde eski husumetlerinin payı da küçümsenecek kadar az değildi tabii
ki. Bir taşla birkaç kuşu tek seferde vuracaktı İdris. Oğlu hevesini aldıktan
sonra Rüştü’nün kızını, kapı dışarı edecekti mundar lokma gibi. Kamberler
aşiretini el âleme rezil edecek, alnındaki yara izinin hesabını ağır ödetecekti
Rüştü’ye.”
Avludaki kömürlüğün arkasına geçerek pusuya yattı kedi gibi. Evin kapısı
apaçık görünüyordu saklandığı yerden. Bacakları altında uyuşacak kadar
beklemekten yorulmuştu ki, kapı gürültüyle açıldı. Yalnız, içeriden Rüştü’nün
güzeller güzeli kızı yerine, yaşlı, şişko ebe kadın çıktı kucağındaki sarılı
kundakla. İdris, zıplayarak ayağa fırladı. Sağlık ocağının açık kapısı üstünden
sarkan küçük lambanın soluk ışığında yüzünün ifadesi seçilmeyen ebe kadının
beyaz çehresinde umut arayışına çıktı ama olumlu veya olumsuz bir şeyler
göremedi gözlerini ne kadar kısarak baktıysa da. “Ebenin suskunluğu hayra
alamet olmasa gerek” diye içinden geçirdi korkuyla. Dar kundağında kedi
yavrusu gibi viyaklayan bebeğin sesi de çok inceden mi çıkıyordu, yoksa ona
mı öyle geliyordu afallayıp kaldı. Hayallerinde bile yeri olmayan kız külfetine
bir yenisi daha mı eklenmişti veya oğlu Bayram mı gelmişti sonunda?
Kafasında zonklayan ikircikli düşüncelerin eşliğinde sağlık ocağının kapısına
doğru seğirtti çekine çekine.