Yıl iki bin küsur. Geçmiş gün dedemin köy evindeyiz. Yaz tatilinde geliriz. İki kız, bir erkek torun. Çok tatlı dillidir. Yumuşak beyaz sakalı, masmavi gözleri, kırışmış yüzü, kel kafası. Çok severiz onu. Savaş hikâyeleri, esaret yılları, yani onda anlatacak çok şey var bizde de büyük bir merak. Anlattığı hikayeleri tekrarlar durur. Unuttuğu için mi yoksa bizim sabrımızı ölçmek için mi? Sabırla, saygıyla dinleriz. Orta boylu, sağlam yapılıdır. Ninem romatizmalı olduğundan yemekleri hep o hazırlar. Ninemin tariflerini eksiksiz uygular, lezzetine doyum olmaz. Gençliğinde çok hizmet gördü, şimdi sıra bizde, der. Bir türlü alışamamıştır masada oturmaya, yer sofrasında yeriz. Bize de ilginç gelir, neşe içinde yemeğe otururuz.
Bir gün kahvaltıda her sabah yaptığı gibi içi sırlı küçük testiden cam kaseye zeytinyağı koydu. Üzerine kekik ufaladı. Kaseyi kokladı. Derin bir nefes aldı. Sonra yukarı kaldırıp sundurmaya vuran gün ışığına tuttu. Gözleri kasede, “Bakın şuna,” dedi. “Neye benziyor?” Türkân hemen atıldı, “Zeytinyağı.” Hepimiz gülüştük. “Rengi nedir peki?” Ali, “Sarı” dedi. “Ne sarısı?” Yumurta sarısı, limon sarısı, ayva sarısı, mısır sarısı… Aklımıza gelen tüm sarı renkleri söyledik. Her seferinde dedem başını hayır anlamında sağa sola sallıyordu. Başka bir şey aklımıza gelmeyince hep bir ağızdan, “Sen söyle o zaman dede!” diye bağırdık. Kaseyi sofra tahtasına bıraktı. Köy ekmeğinden bir parça koparıp zeytin yağına batırıp ağzına attı. Merakla bekliyorduk ne sarısı diyeceğini. Ekmeği iyice çiğnedi, yutmadan önce ağzında dolandırdı. Gözlerini kapadı. Tadını çıkarır gibi durdu. Dikkatle ona bakıyorduk. Adem elması oynayınca yuttuğunu anladık. İyice yaklaştık, cevabını kaçırmak istemiyorduk. Parlak gözleri gülümsedi. “Bilemediniz,” dedi. “Altın rengi.” Aaaa diye çığlık attık hepimiz. Hiç aklımıza gelmemişti. “Nenenizin boynundaki beşi bir yerdeye dikkat etmediniz mi? Tam onun renginde. Bu altın topraktan çıkmaz. Zeytin ağacı verir bize. Bu sabah size daha önce anlatmadığım bir hikâye anlatacağım. Hadi başlayın bakalım. Sütünüzü, rafadan yumurtaları soğutmayın.” Acele bir iki lokma yedik. Kulaklarımızı dikip dedemin ağzına bakmaya başladık.
Altın toprağın bağrında saklıdır, diye anlatmaya başladı. Bazen kayaların içinde. Akarsuların kenarında. Bir sabah köyümüze iki büyük kamyonla onlarca amele geldi. Kahvenin çardağında oturmuş ne olacak diye bakıyoruz. Öğretmen, korucu, bekçi de oradaydı. Abbas emmi bastonuna dayanarak işçilere doğru yürüdü, işçilere emir veren gence, ne oluyor evladım diye sorunca aldığı cevabı hepimiz duyduk. Koruma altına alıyoruz zeytinlikleri. Kimden koruyacaklardı ki? Öğretmen hatırlattı. Geçen kış zorlu geçmişti, bazı kendini bilmezler yakacak odun için gizlice zeytin ağacı kesmişlerdi. Bunu söyleyince hep bir ağızdan Allah razı olsun devletimizden diyerek çayları tazeledik. Adamlar hemen işe koyuldular. Kazıklar çaktılar, kırmızı beyaz şeritler çektiler. Köylü çalışanlara öğle vakti yağlı kete, ayran ikram etti. Akşam gün batarken uzun bir sırık üstüne GİRİLMEZ levhası asıp gittiler. Zeytinler kurtulmuştu. Köy halkı o gece rahat uyudu. Ertesi sabah köyden iki sigara içimi uzakta arazinin nispeten düz ve boş olan yerinde çalışan iki iş makinesinin boğuk gürültüsüyle uyandık. Geniş bir alanı kazıyorlardı.. Korucuyu yolladık bir sorsun. Bir çeyrek sonra ağzı kulaklarında döndü. Hayırdır Mustafa, dedik. Havuz yapacaklarmış dedi. Köylü gene sevindi çocuklar yaz sıcağında serinleyecek diye. Bir hafta sonra havuz kazısı sürerken biraz açığına barakalar yapmaya başladılar. Bütün köy merakla seyrediyorduk. Aradan on gün geçti geçmedi şimdiye kadar görmediğimiz, devasa makineler geldi. Minare boyu demir kolları ve uçlarında kartal pençesine benzeyen dört parmaklı çengeller olan bu makinelere köylü şaşkınlıkla, biraz da korkuyla bakıyordu. Öğretmen, muhtar, ihtiyar heyeti ve köylülerden, ne oluyor sesleri yükselmeye başladı. Öğretmeni yolladık bu sefer işçilerin başındaki adamla konuşsun. İki çeyrek sonra geldiğinde yüzünden düşen bin parçaydı. Olmaz öyle şey diye öfkeyle söyleniyordu. Hele anlat bi yol deyince, zeytinleri taşıyacaklarmış, dedi. Ağaç taşınır mı hiç? dedi muhtar. Çocukluğumdan beri yerinde duran yüzyıllık ağaçlar nasıl taşınacak, nereye taşınacak? Velev ki taşıdın, orada tutunur mu, yerini yadırgamaz mı? Bize küsmez mi? Bir daha zeytin vermezse ne olacak? Olmaz öyle şey diye ayağa kalktı. Köylü peşinde barakalara doğru yürümeye başladı.
Sabah namazından sonra bütün köylü, kahvede toplandı. Çocuklara seyirlik çıkmıştı. Öğretmenin anlattığına göre yabancı bir şirket zeytinlikte altın madeni arayacakmış.
O nedenle zeytin ağaçlarının taşınması hatta kesilmesi gerekiyormuş. Bunu duyan ahali, başta yaşlı kadınlar, yeni gelinler motorları çalışan makinelerin önüne durdular. Bizi çiğnemeden zeytinliğe giremezsiniz, diye bağırmaya başladılar. Makineler bir milim ilerleyemedi. Başlarındaki adam çekilin, diye bağırdı. Elimizde izin kağıdı var. Zeytinliği kaldıracağız. Kimse yerinden kımıldamadı. İşçilerin başı baktı ki köylüler gitmiyor. Makineler stop! diye bağırdı. Makineleri çalıştıranlar aşağı indi, birlikte barakalara doğru gittiler. Bir süre bekleyen köylü kimsenin gelmediğini anlayınca birer ikişer evlerine gittiler. O gün sakin geçti. Akşam muhtar kasabadaki avukat damadına telefon edip durumu bildirdi. Avukat Cenk bey yarın sabah gelecekti. Devirsi sabah köye bir minibüs dolusu jandarma geldi. Makinelerin çevresinde tertibat aldılar. Köylüleri yaklaştırmadılar. Makineler çalıştı, ağaçları sökmeye başladı. Genç ağaçlar bir hamlede sökülürken yaşlı olanlar direniyordu. Sökemedikleri ağaçları kesmeye başladılar. Köylü öfke ile jandarmalara doğru yürüdü. Durdurun bu katilleri diye bağırıyorlardı. Komutan muhtara, adamların ellerinde kanuni izin belgesi var. Bir şey yapamayız, geri durun, dediler. Yaşlılar, kadınlar ağlayarak jandarmaya yalvardılar. Durdurun bunları. Zeytinler bizim hayatımız. Biz onlarla geçiniyoruz. Bir kaç kişi makinelerin önüne atladı. Kaza olmasın diye komutan makineleri durdurdu. Öğleden sonra avukat Cenk bey geldi. Mahkemeye çalışmanın durdurulması için dava açtığın söyledi. Halkın yüreğine su serpildi. Ama yine de herkesin zihninde bir kuruntu vardı. O gece hava bulutlu, etraf zifiri karanlıktı. Makinelerin çevresinde dolaşan gölgeleri kimseler fark etmedi. Jandarmalar minibüste uyuyorlardı. Dışarda bir nöbetçi vardı. Dolaşan gölgeleri köyün köpekleri zannetti. Ses etmedi. Bir süre makinelerin çevresinde bekleyen gölgeler köyün dışına doğru uzaklaştılar. Sabah erkenden makineler çalışmaya başladı. Fakat bir çeyrek geçmeden önce biri sonra diğeri stop etti. Makinistler ne kadar uğraşsa da çalıştıramadılar. Öğleden sonra şehre telefon edip bakım için ustalar çağırdılar. Hafta sonu olduğu için üç gün sonra gelen teknisyenler de makineleri çalıştıramadılar. Her yeri kontrol ettiler. Bir şey bulamadılar. Sonunda motora yakıt gelmediğini anladılar. Yakıt motora gelmeden önce filtreden geçiyordu. Söktüler. Filtrenin içi siyah bir tortu ile doluydu. Yakıtın geçmesi imkânsızdı. Öteki makinenin filtresinde gri renkli bir tortu vardı. İstasyondaki tanklarda bulunan yakıtı dinlendirilmeden makinelerin deposuna konduğuna karar verdiler. Filtreleri temizlemeye çalıştılar, olmadı. Yenisini sipariş
verdiler. Acentada o model makinelerin filtresi kalmamıştı. Yurt dışından gelecekti. Bu da en az iki hafta demekti. On gün sonra avukat Cenk bey sevinçle köye geldi. Merhametli bir hakim maden aranmasını durduran bir karar vermişti. Karar şirkete tebliğ edilince üst mahkemeye itiraz ettiler. Sonbahar yaklaşıyordu. Zeytinler olgunlaşmaya başlamıştı. Şirketin itirazına bir türlü cevap gelmiyordu. Köylü hasadı almak için kolları sıvadı. Genç ihtiyar, çoluk çocuk zeytinliğe dağıldılar. İlk mahkemenin durdurma kararı iptal edildiği bildirildiğinde köylüler zeytinin üçte birini toplamışlardı. Bu arada gelen filtrelerin takılmasıyla makineler çalışmaya hazır hale gelmişti. Lakin şirket köylülere son defa kalan zeytinleri toplamaları için izin verdi. Köylüler hasadı tamamladığında ilk kar yağmaya başlamıştı. O yörenin kışı çetin olurdu. Şirket baharda gelmek üzere işi tatil etti. Avukat Cenk bey boş durmadı. Şirketin yeniden geleceğini, zeytinliği ortadan kaldıracağını bildiği için baş şehirdeki en yüksek mahkemeye teferruatlı bir itiraz dilekçesi verdi. Bu yöre halkının tek geçim kaynağının zeytin olduğunu, ellerinden alınırsa iktisadi yönden kötü duruma düşeceklerini misallerle anlattı. Bu bölgede maden aranmasının temelli yasaklanmasını talep etti. Baharda iş makineleri gelmeden yüksek mahkemenin arama ruhsatının itiraza yer vermeyecek şekilde iptal ettiğini bildiren kararını muhtara teslim etti.
Bizler ağzımız açık dedemin anlattıklarını dinlerken o, yıllar önce iş makinelerinin yakıt depolarına un ve dibek kahvesi koyan çocuklardan birinin kendisi, ötekinin muhtarın torunu Abdullah olduğunu söyledi. Dedemiz bir kahramandı. Hep beraber boynuna atıldık. Altın sarısı zeytinyağına ekmeklerimizi batırıp batırıp yerken biz de bu kahramanlık hikâyesinin bir parçası olmuştuk.