Mum alevine tapınan pervaneydi sanki. Turlayıp dönüyordu Koca Kara’nın etrafında. İrili
ufaklı urlarla dolu, büyük bir oyuk açılmış pütürlü gövdesine doluyordu kollarını en yakınına
sarılır gibi. Boyunun yetiştiği dallarını, yapraklarını okşuyor, topak üstüne taşmış kıvrım
kütüklü köklerine yüz sürüyordu. Asırlık Koca Kara’yla vedalaşıyordu göz yaşları içinde. O
Koca Kara ki adını meyvelerinin siyahlığından ve iriliğinden almış, anneannesinden miras
zeytinliğin en yaşlı ağacıydı. Küçük bir fidanken Hazreti İsa’nın çarmıha gerilmeden önceki
son gecesini geçirdiği Zeytin Dağı’ndan getirildiği söyleniyordu yöre halkı arasında. Bu
yüzdendir ki Emine için ayrıcalıklı bir kutsallığı vardı Koca Kara’nın. Tarıma elverişli
olmadığından ailenin erkek evlatlarına değil, anneannesine verilen Ege kıyısındaki taşlı,
kayalı tarlanın bereket tanrıçası gibi tapardı ona. Sonbahar yağmurlarının yıkayıp parlattığı
siyah zeytinlerle dolup taşardı dalları. Civarın en iri zeytini Koca Kara’nındı. Herkesin
dilindeydi, herkesin gözü ondaydı. “Nazara mı geldin, Koca Karam?” dedi Emine oyalı
yazmasının ucuyla gözlerini silerek. Beş senedir meyve vermeyen ağaca “Seni koruyacak
gücüm kalmadı artık. Yavuz baltasını bilemiş Koca Karam. Kısır ağaç kesilir, kısır karı
boşanır, dedi bu sabah. Bu yaştan sonra benim doğurmam imkansız ama sen yapabilirsin.
Başını cellat kütüğünden kurtarayım diye yardım etsen ne olur? Zor değil ki birkaç meyvecik
versen Yavuz’u susturacak ve de ufacık bir dal uzatsan balta tutan eline.”
Zeytinliğin çok yakınındaki evine döndüğünde kocasının karar değişikliğiyle bir daha yıkıldı
Emine. Yavuz, ağaç meyve verecek mi, vermeyecek mi diye bir yıl daha bekleyemeyeceğini
geveledi lafları dolandırmadan. Arkadaşlarıyla birlikte Koca Kara’yı devireceklerdi yarın
Önündeki tabaktan kızarmış hamsileri ağzını şapırdata şapırdata midesine indiren, gamsız
gamsız sütlenmiş rakısını keyifle yudumlayan kocasının karşısında Emine’nin çırpınışları o
kadar beyhudeydi ki.
Gözüne uyku girmedi. Evinin, zeytinliğe bakan penceresinin önünde oturup düşüncelere daldı.
Kızgındı kocasına ama kendini suçlamaktan, kendine sitem etmekten de geri kalmadı. Bir
evlat verebilseydi, bu denli aksi olmazdı bu adam belki. Kısırlığına isyan edip gözyaşı
dökerken, gecenin o saatinde zeytinliğe seğirten cılız gölgeyi göremedi. Sade Emine değil,
tüm gecelerin ve gündüzlerin her daim uyanık kalmasını başarabilen mavi gözlü denizden
başka kimsecikler fark etmedi gölgeyi. Bir ruh gibi zeytinliğe süzüldü gölge. Zeytinlik onu
kara kayalıklara, oradan da denize kavuşturacak kestirme bir yol güzergahıydı. Fazla
gidemedi. Bir adım dahi atamayacaktı. Koca Kara’nın altında durakladı gölge. Elinin tersiyle

karnını kucaklayıp iki büklüm oldu, ötekiyle sert kabuklu  gövdeye tutunup aşağı çöktü.
Dokuz aydan bu yana döl yatağını işgal eden tecavüz eseri, ya da günahsız sabi (bu konuda
karmakarışık ve değişken duygular içindeydi son günlerde) suyuna kan karışmış çağlayana
kapılıp yaşama atlamak üzereydi. Kıyamet gibi bir sancı topacına dönüşerek küçük bedenini
can havliyle anne rahminden dışarı ittirme çabasıyla, az ötesindeki ölüme ve hakkındaki
yargısız infaza meydan okuyordu sanki. Mücadeleyi kazandı. Oyalı yazmasının altındaki sarı
saçları ve akça pakça yüzü, süt dolu memeleriyle sızım sızım sızlayan zayıf göğsü kan terler
içinde kalan annesinin bacakları arasından hızla kayarak Koca Kara’nın dibine düşüverdi.
Gökteki pamuksu bulutlardan kayalara çarpılmış gibi algıladı minik canlı bu ani düşüşü.
Hayat en sert yüzüyle karşılamıştı onu. Tiz bir çığlıkla kulak zarları titreşti uykulu gecenin.
Bitkinlikten baygın düşen gölge bu çığlıkla kendine gelip etrafına bakındı. Ardından bir of
çekip kendinden iradesiz bir dürtüyle başındaki yazmasını açtı, sırtındaki hırkasını, bluzunu
soyundu ve toprak üstündeki çıplak bebeği kapıp giysilerine sarmaladı. Yüzüne hiç bakmadı
bebeğin. Dolunay beyaz ve gür ışığıyla, akı kenarlarında ince bir çizgi gibi görünen koca,
kara göz bebeklerini göstermek için çok uğraştıysa da anne bakmadı. Göz göze gelmekten
korktu. Katil olmaktan korktu. Ya tıpkı ona benziyorsa. Bu durumda kendi elleriyle bebeğin
ince boğazına asılmaktan korktu. Veya tam tersiyse ona sımsıkı sarılacağından korktu ki, bu
bebeğiyle birlikte doğan garip bir düşünceydi. Ölmeden arafda kalmak öyle olsa gerek.
Şimdiye kadarki bütün planları alt üst olmuştu. Benliğinde iki kadın savaşıyordu dişe diş. Biri
çiçeği burnunda bir anne, öteki varlığı yok sayılarak, bir ömür boyu tecavüzün iğrenç
koynuna itilmekle cezalandırılmış ve bu cezayı canıyla ödemeye yeminli asi ama güçsüz genç
bir kızdı. Bir kolu  birlikte Ege’nin mavi sularıyla kucaklaşmak için bebeği hoyratça kavrıyor,
öteki alıp ağacın dibine yatırıyordu incitmekten sakınarak. En sonunda onu kendisiyle
beraber ölüme sürükleyemeyeceğini anladı. Arkasını dönüp saçları rüzgarda savrula savrula,
ince bacakları birbirine dolana dolana, boyut değiştirip gölge haline dönüşerek zeytinlikle
deniz arasındaki sınırda bekleyen kayalıklara taraf birkaç adım attı. Ölüme o kadar istekli ve
gönüllüyken kendisiyle inatlaşan ayaklarına kızdı. Ağır zincirler asılmıştı bileklerine sanki.
“Neden neden?” diyerek cılız sesle fısıldadı dişlerini sıkarak. İleri atılmak için hamleler yaptı
asi kız, gitmemekte diretti çiçeği burnunda anne. Eklemleri kilitlenmiş dermansız ayaklar geri
döndü çekişmeli bir ikilemin çıkmazından.
Bebeği kucaklayan anne sırtını ağaca yaslayıp kutsal yaşam pınarından emzirdi yavrusunu
yine yüzüne bakmadan. Onu bırakabileceği daha güvenli bir yer aradı gözleri ardından. Koca
Kara’nın gövdesindeki oyuğu görünce sevindi. Kendi rahminden kopardığı miniği, bir başka
annenin rahmine emanet edip ağacın kovuğuna yatırdı usulca. Ayaklarındaki zincirler

kırılmış, eklemlerinin kilidi çözülmüş gibi hissetti birden. Ve kuş gibi uçarak gitti ölümüne
doğru…
O gece beşik başındaymış gibi umuda ninniler söyledi Koca Kara. Esintinin titreştirdiği
yaprakları şirin masallar fısıldadı miniğin kulaklarına.
Ertesi sabah erkenden uyandı Yavuz. Önceden hazırladığı alet edevata göz attı akşamdan
kalma kafayla. Balta, elektrikli hızar, yılan gibi kıvrılmış kalın ve epey uzun ip yığını. Avlu
kapısının arkasında bekleyen alet edevata baktı Emine ve de kocasına. İkna kapılarını
kapatmış sert bakışlarıyla karşılaşınca Yavuz’un ses etmeden zeytinliğe giden adamın
peşinden yürüdü çaresizce. Yolda Yavuz’un iki arkadaşı daha katıldı onlara.
Kalın bir dala ip bağlayan arkadaşları ağacı kontrollü bir biçimde devirmeği ölçüp
hesaplarken, baltayı birkaç kere salladı Yavuz. Hızarla kesmeden önce taze yarayı andıran
balta ağzı genişliğinde bir kertik açtı ağacın gövde dibinden. Her balta darbesi koluna
kanadına iniyordu sanki Emine’nin. Bir köşede büzüşüp göz yaşlarıyla izliyordu asırlık Koca
Kara’nın hüzünlü sonunu. Ailesinden yaşayan tek canlıydı Koca Kara ve bugün kökünden
kesilecekti soyağacı.
Elektrikli hızarın testere dişli bıçağı, balta yarası kertiğe temas edecekti ki mucizevi bir şey
oldu. Gürültüyle çalışan aletin sesini bastıracak şekilde çığlık çığlığa ağlamaya başladı Koca
Kara. “Bismillah” nidalarıyla oldukları yerde donakalan Yavuz, arkadaşları ve Emine,
işittikleri ağlama sesinin gerçekliğini birbirine onaylatırcasına büyümüş gözlerle bakıştılar
önce, ardından ellerindeki aletleri yere bırakıp ağacın uzağına kaçıştı erkekler. Duydukları
doğruydu. Yaşlı zeytin ağacı öksüz bir bebek gibi ağlamasını sürdürüyordu soluksuz.
Herkesten önce şaşkınlığını üzerinden atmayı başaran Emine Koca Kara’nın dibine koştu
telaşla. Ses, ağacın kovuğundan geliyordu. Eğilip baktı. Koca Kara’nın zeytinleri kadar iri ve
kara bir çift göz karşıladı bakışlarını. Yaşlı zeytin ağacı, ölümsüzlüğünü ilan ederken gelmiş
geçmiş en kutsal meyvesiyle ödüllendirmişti onu. Kollarını açıp karanlık kovuktaki Umut’a
uzandı Emine.